21 Mayıs 2017 Pazar

Tarihimizle Yüzleşmek

YAZAR: Emre Kongar
Tarihi yanlışlar tarihi

Emre Kongar, Tarihle Yüzleşmek kitabıyla, tarih konusunda 'doğru' olarak bildiğimiz birçok ezberi bozacak gibi. Kongar, Yeni kitabında Türklerin nasıl Müslüman olduğunu, Osmanlının neden yıkıldığını, Vahdettin'in hain olup olmadığını, Atatürk'ün niçin yalnız bir lider olduğunu; Menderes'in ne kadar demokrat olduğunu ya da 28 Şubat gibi tartışılan konularıı resmi tarihin dışında sakin bir üslupla anlatıyor. Emre Kongar'ın Tarihle Yüzleşmek kitabından cımbızladıklarımız...

Talas Savaşı
Türklerin Müslümanlaşması VII. yüzyılda başlayıp X. yüzyıla kadar süren uzun bir süreci kapsar.
Bu süreç içinde, 751 yılındaki Talas Savaşı'nın gerçekten de özel bir yeri vardır. Yenilen Çinlilerin Batı'ya doğru ilerlemeleri durmuş, onun yerini Araplar ve Müslüman Türkler almıştır. Ne yazık ki, bu savaş da 'resmi tarih' tarafından saptırılarak aktarılan olaylardan biridir.
'Resmi tarih'e göre, Araplarla Çinliler arasındaki bu savaşta Türkler Arapların tarafını tutmuş ve böylece Araplar savaşı kazanmışlardır.
Oysa tarihsel gerçek farklıdır: Yukarıda da değindiğim gibi, Türkler her iki tarafın ordularındanda da vardır. Sonunda savaşı, tabii kendilerine destek veren Türklerin de yardımıyla Araplar kazanır ve aralarında Araplara karşı savaşan Türkler de bulunan Çinlilerin Batı'ya ilerlemeleri durdurulur. 'Resmi tarih' görüşü bu olaydan sonra Türklerle Arapların arasının düzeldiğini ve Türklerin gönüllü olarak Müslümanlığı kabul ettiğini iddia ederse de gerçek pek böyle değildir.

Soykırım iddiaları
İddialar, belgeler, kaynaklar, abartmalar, önyargılar ve benzerleri, gelip bir noktada düğümleniyor:
Osmanlılar Ermenilere soykırım uyguladı mı?
Daha doğrusu, tarihte yaşandığını bildiğimiz bu trajedi, bir katliam mıydı, bir karşılıklı katliam yani mukatele miydi, yoksa bir soykırım mı?
Bu sorunun yanıtı, önce Yahudi soykırımı sırasında Almanya'daki siyasal-ideolojik yapıya bakılarak, daha sonra da bu yapı çerçevesinde Osmanlı'nın koşulları irdelenerek verilebilir.
(...)
Türkçülük ideolojisine destek verdikleri ileri sürülen İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 İkinci Meşrutiyet darbesinden sonra, 'kurtarıcı ideoloji' olarak, uzun süre, milliyetçiliğin, yani Türkçülüğün tam tersi olan 'İttihadı Anasır' (Öğelerin-Unsurların Birliği) ideolojisine sarılmıştır; çünkü amaç, imparatorluğun bütünlüğünü Hıristiyan öğeleriyle birlikte korumaktır.
Nitekim İkinci Meşrutiyet'ten sonra oluşturulan Meclis'te çok sayıda Hıristiyan mebusa, bu amacı gerçekleştirmek için yer verilmiştir.
Ziya Gökalp'ın öncülük yaptığı 'Türkçülük' veya 'Türk milliyetçiliği' akımı henüz filizlenmektedir ve anılardan öğrendiğimize göre, başta Talat Paşa olmak kaydıyla, İttihatçılar, Ziya Gökalp'ı biraz müsamaha, biraz da ilgisizlikle dinlemektedirler.

Gökalp'ın, ilk eserlerini 1910'lu yıllarda yayımladığı düşünülürse, o zamanki iletişim olanaklarıyla bu fikirlerin bırakın toplumu, yönetici kadro tarafından bile birkaç yıl içinde benimsenmesi ve bir 'ırkçılık bilincinin' gelişmesi olanaklı değildir, zaten de böyle bir şey olmamıştır.
O kadar olmamıştır ki, 'Türk milliyetçiliği' ancak Cumhuriyet'in ilanından sonra (Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 oku çerçevesinde) gündeme gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında devleti yöneten İttihatçıların 'tutarlı ve bilinçli bir ırkçı ya da milliyetçi Türkçülük ideolojileri' yoktu ki, bu ideolojiye dayalı olarak 'Ermeni ırkını yok etme' çabasında bulunsunlar.
Olaylar, Osmanlı'dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmak isteyen Ermenilere, Birinci Dünya Savaşı çerçevesinde Rusların (ve öteki Batılı devletlerin) verdiği fiili destek sonunda ortaya çıkan bir 'savaş trajedisidir'.

Küreselleşme dönemi ve 28 Şubat
12 Eylül'ün devamı olan Özal'ın bu tahripkâr politikalarının skandallar, iflaslar ve hapislerle son bulması; sadece iç dinamik öğelerinin patlamaya yol açan yozlaşması sonunda ortaya çıkmamıştı.
Dünya değişmiş, Sovyetler çökmüş, Soğuk Savaş bitmiş, anti-komünizmin bütün bu yozlaşma ve yolsuzlukları koruyucu bir şemsiye olarak kullanılmasının olanağı kalmamıştı. İşte 28 Şubat 1997 tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu kararları bu ortamda alındı:

Sovyetler 1991'de fiilen ve siyasal olarak dağılmış, komünizm çökmüş, Soğuk Savaş bitmiş, fakat Türkiye, sanki bunlar hiç olmamış gibi anti-komünist yapılanmasını dinci ve milliyetçi bir çizgide sürdürmeye devam etmişti.

Oysa artık 'Birinci derecedeki milli tehlike' komünizm değildi.
Üstelik bu değişmenin üzerinden tam altı yıl geçmiş, ama Türkiye, bu muazzam değişmeye karşı gözleri, kulakları, beyni ve yüreği kapalı kalmıştı.
Milli Güvenlik Kurulu'nun asker üyeleri, ortadan kalkan 'milli tehlike' komünizmin yerine, yeni bir çözümlemeyle, ülkeyi komünizmle savaş adı altında ele geçiren irticayı öne çıkardılar. Bu andan itibaren 12 Eylül'den beri orduya büyük destek veren ve YÖK başta olmak üzere 12 Eylülcülerin ve Özal'ın bütün yaptıklarını alkışlayan asğcı ve dinci siyaset, bu kez tam bir tavır değişikliğiyle askerleri karşısına aldı, 28 Şubat'ı reddetti.
Oysa ülke, 'komünizmle ve PKK ile savaş' adı altında eğitimini dinci öğelere, güvenliğini ise aşırı milliyetçi öğelere teslim etmişti ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yaptığı sadece, komünizm çökünce çırılçıplak ortaya çıkan bu tabloyu saptamaktı.

12 Eylül'de büyük bir darbe yemiş olan sol ve liberal aydınların bir bölümü de hem Sovyetler Birliği'nin çökmüş olmasının getirdiği düş kırıklığı ile hem 12 Eylül'ün yarattığı Atatürk karşıtı duygularla, hem de 12 Eylül dönemindeki baskılara karşı ses çıkaramamış olmanın ezikliği içinde asker düşmanlığında, sağcı ve dinci siyasetle ittifaka girdiler.

Oysa tam 28 Şubat 1997'den önce, Susurluk olayı patlak vermiş, ülkenin sadece irticanın değil, yine Özal'ın yüzünden güçlenen PKK terörüne karşı yürütülen mücadelede yasadışı milliyetçi uygulamaların da pençesine düştüğü ortaya çıkmıştı.

Susurluk'ta ortaya dökülen kirli çamaşırların açıklanması için 'Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık' adı altında tüm ülkede yaygınlaşan uygulama, bir süre sonra o dönem iktidarda bulunan Erbakan-Çiller koalisyonunun laikliği tehlikeye düşüren uygulamalarının protestosu haline dönüşmüştü.
Her gece saat dokuzda bütün ülkede ışıklar yakılıp söndürülüyor, insanlar ellerindeki tencere ve tavalara çatal kaşık vurarak çıkardıkları gürültü eşliğinde 'Türkiye laiktir laik kalacak' diye slogan atıyorlardı.
Yani 28 Şubat'ın büyük bir toplumsal tabanı oluşmuştu.

1 yorum: