Eskiden her mahallenin bir kabadayısı vardı.
Kimilerine göre Tophane saldırısının bir sebebi de mahallenin
bu adabının bozulmasıydı. İşte yiğit kabadayıların yerini devletle kol kola
girmiş mafya babalarına bırakmasının öyküsü…
Osmanlı’da, İstanbul’da dar sokaklara sıralanmış
ahşap evler, yangın sırasında itfaiyenin önemini artırıyordu. Her mahallenin
itfaiye görevini de yürüten kabadayılar, yani “tulumbacılar”, cesaretleri,
güçleri ve çok hızlı koşmaları ile ünlüydü. Statüsünü cesaretine, bileğine ve
silahına dayanarak kendi kazanırdı. Kariyeri için olur olmaz kavga çıkarmak
yetmezdi, gereksiz yere zor kullanmak hoş karşılanmazdı. En önemli koşul namlı
bir kabadayıyı mertçe bir kavgada yenmekti.
Racona uymayan düelloya Haklarını gözettikleri
mahalle sakinleri ile iyi geçinirlerdi. Polisle başları sürekli dertteydi, ancak
polisle ilişkileri her iki tarafın çıkarlarına uygundu. Kabadayı semtin
içişlerini kendi usullerine göre yönetmekte serbestti, karşılığında ağır
suçlarda polise yardım etmekle yükümlüydü. Cezaevi onlar için yeraltı hayatının
kurallarını öğrendikleri bir okuldu, ne kadar yatarlarsa o kadar itibar
görürlerdi.
Çoğu iyi içer ama kontrolünü kaybetmezdi. Gece hayatında şehrin ünlü
“yosma”larıyla takılırlardı. Aralarında bir anlaşmazlık olduğunda racon
keserlerdi, yani kendilerinden yaşlı ve bilge bir kabadayı her ikisini de
dinler, kimin haklı olduğuna karar verirdi, genelde karara kimse itiraz etmezdi,
ancak eğer ederlerse tek seçenek vardı: Düello. Bir kabadayı için en kötü şey
ise “madra” olması, yani itibarını kaybetmesiydi.
O devirlerde külhanbeyler makbul sayılmazdı, hatta
kabadayılar birini küçültmek isterlerse “külhanbeyi” derlerdi. Sermet Muhtar
Alus “30 Sene Evvel İstanbul” kitabında tulumbacıların kendilerine has
kıyafetleri, argoları ve tavırları olduğunu yazıyor: “Sıfır kalıp, dar Beyoğlu,
vişne çürüğü fes. Tepede ve yanlarda perçemler. Yakası büzme, omuzdan ilikli
mintan. Kısa, dar ceket. Yenlerin içlerinde mor kadife. Yün kuşak. Bol pantolon.
Yumurta ökçe ayakkabı yahut şıpıdık. Omuza asılmış saldırma veya belde kama. Ara
sıra notasız bir sesle veyahut ıslıkla bir türkü ara nağmesi mırıldanmak. Sık
sık, sol kolunu kıvırıp arkasından fıskiye gibi tükürüş. ”
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yönetimin sert
uygulamalarından kabadayılar da etkilendiler ve 1940’lara dek sesleri çıkmadı.
Ancak 50’lerde yine özellikle İstanbul’da adları duyulmaya başlandı. Eski
Emniyet Müdürü Erdoğan Alıveren, 1950’lerdeki kabadayıları şöyle hatırlıyor:
“Şişli’de meydana bakan bir apartmanın kapısında kahve ocağı işleten ‘apartman’
Mustafa, Kürt İdris, Kurtuluş’ta kahvehanesi olan Tatavlalı Niko, Kasımpaşalı
Ahmet ve Vezneciler’de kahvehane işleten Arap Nasri gibi şahıslardı. Terlikçi
Ahmet’in Meyhanesi de bu kabadayıların toplanıp içki içtiği yer idi.”
İstanbul’un ilk “baba”sı
“Türkiye’nin Mafyası” kitabında
kentleşme ile birlikte bu “romantik kabadayılar”ın giderek yerini zor uygulayan,
baskıcı kişilere bıraktığı belirtiliyor. Ateşli silahlar yeraltı dünyasını
kaçınılmaz olarak değiştirdi ve kabadayı, “baba”ya dönüşmeye başladı. Ancak
elbette bu geçiş hemen olmadı. “Babalar Senfonisi” kitabının yazarı gazeteci
Engin Bilginer’in “İstanbul’un ilk babası” dediği Oflu Hasan, 50’li yılların en
güçlü kabadayılarından idi. 1950’lerde Tophaneli Araplar ile Galatalı Lazlar
arasında, çok ölü ve yaralıya mal olan çete savaşında racon kesmiş ve
anlaşmazlığı bitirmişti. 1968’de ölen Oflu Hasan’ın cenaze töreninde 20’ye yakın
Emniyet müdürü, 50 polis şefi, CHP’li Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner ve devrin
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın oğlu Kaya Sunay’ın gönderdiği çelenk vardı. Kent
şövalyeliği yerini ülke çapında yöneticilerle bağlantı içerisinde olan “baba”
figürüne bırakıyordu.
Bilginer’in kitabında dönemin kabadayı ve mafya
babalarına dair çarpıcı bilgiler yer alıyor. Örneğin Tophane baskınından sonra
adı geçen, tüm ısrarlarımıza rağmen röportaj vermeyi kabul etmeyen Arap
Nasri’nin 1968’de Maltepe’de büyük bir kumarhanesi vardır. Dönemin Emniyet Müdür
Muavini İbrahim Vural kumarhaneyi trenden inen polislerle bastı ancak daha sonra
görevden alındı. Arap Nasri uzun süre Tophane ve Kemeraltı’ndaki genelevleri
haraca kesti, İstanbul’a gelen yabancı gemilere kumanya veren firmalardan da
haraç alıyordu. Sonra kendisi kumanya satmaya başladı. Bir süre sonra ise
Bilginer’in deyimiyle, “bütün pisliklerden elini tamamen çekmiş, ticaretle
uğraşıyordu. O artık bir beyefendiydi!”
Hümanist kabadayı
Bir başka ünlü “kabadayı” Dündar Kılıç, en az 38 kere
hapse girdi, çıktı, generallerle tutuklandığı da oldu, aynı generallerle
yasadışı iş yaptığı da iddia edildi. Günlerce süren işkencelerden de geçti,
Turgut Özal’ın karısı ve çocukları kendisinden yardım da istedi. Trabzon’da
doğan, kabadayılığı hapiste Oflu’lardan öğrenen Kılıç, kısa sürede İstanbul’un
yeraltı dünyasında önemli yer edindi.
Eğlence dünyasının, Beyoğlu’nun huzur ve
emniyetinin “garantisi” oldu. Toplam 21 yıl hapis yattı, cezaevinde “onlardan
çok şey öğrendim” dediği Yaşar Kemal, Selahattin Eyüboğlu, Yılmaz Güney gibi
isimlerle arkadaş oldu ve MİT tarafından “solcu baba” diye fişlendi. Ancak o
solcu olmadığını söyler ve şöyle der: “Ben insan sevgisine dayalı hümanist
felsefeyi benimserim.”
Bilginer’in tam 20 yıl öncesine dair şu yorumları
kulağınıza tanıdık geliyor mu? “Kabadayıların ‘baba’ adını aldıkları, mafya
düzeninin ülkemize belki de hiç ayrılmayacak şekilde yerleştiği, rüşvetin,
uyuşturucunun, kaçakçılığın, hayalicinin kol saldığı, cinayetlerin satın
alındığı, devlet görevlilerinin babaların silahlarını taşıdığı, sayılmamış para
tomarlarının havada uçuştuğu, mahkemesiz, temyizsiz infazların yapıldığı bir
dönem.”
İstanbul polisinin kâbusu
Hrisantos
1900’lerin başında İstanbul’daki Rum azınlığa sahip
çıkarak ünlenen Hrisantos, kabadayılar üzerine yazanlar tarafından bir asi,
katil, cani olarak anlatılıyor. Kurnazlığı ve korkusuzluğuyla nam salan
Hrisantos, kabadayılığın bütün özelliklerini taşıyor.
Hakkında geniş bilgi, dönemin gizli polis teşkilatı
Teşkilat-ı Mahsusa’nın şefinin anılarında yer alıyor. 1898’de doğan Hrisantos,
eğitimini bir barda alır, 16 yaşında haraç ödemek istemeyen bir dükkân sahibinin
boğazını keser. Osmanlı polisi peşine düşer ancak nice vukuattan sonra bile
yakalayamaz. “Onu yakalayıp öldüreceğim” diyen polis İsmail’in bürosunu basıp
“bir kurşun yeterince uyarıcı olmalıdır” sözleriyle ayrılması ününe ün katar.
Rum azınlığın kahramanı olan
Hrisantos, öldürdüğü dördüncü polis Muharrem’den
sonra Aynalıçeşme Polis Karakolu’nu basar ve içerideki polisleri
silahsızlandırarak nezarete koyar.
Yakalanamayan Hrisantos, bir çatışmada yaralanır ve
karısına değil, ilk aşkı Eftimya’ya gider ve orada ölür. Hrisantos’un ünlü
oyuncu Selda Alkor’un dedesi Muharrem Alkor olduğu söyleniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder