31 Mayıs 2017 Çarşamba

Adalet Ağaoğlu

Türk edebiyatının son zamanlarda yetiştirdiği en büyük yazarlardan biri olan Adalet Ağaoğlu, 13 Ekim 1929 yılında Ankara Nallıhan’da dünyaya geldi. Dört çocuklu tüccar bir ailenin tek kız çocuğu olarak yaşamını sürdürmüştür. İlköğrenimini dünyaya geldiği Ankara Nallıhan’da tamamlamıştır. Ortaöğrenimini 1938 yılında yerleştikleri Ankara’da Ankara Kız Lisesi’n’de tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden 1950 yılında mezun olmuştur. Adalet Ağaoğlu 1954 yılında Halim Ağaoğlu ile hayatını birleştirmiştir.

Şiirlere ve edebiyata olan ilgisi lise çağlarında başlayan Adalet Ağaoğlu’nun ilk görevi 1946 yılında Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yazarlığı yaparak başlamıştır. 1948 ile 1950 yılları arasında Kaynak Dergisi’nde şiirleri yayımlanmaya başladı. 1951 yılında TRT’’de göreve başladı. Ankara Radyosu’nda Aşk Şarkısı adlı oyunu yazarak radyoda yayınlanmasını sağladı. Radyoda ki görevini sürdürürken, Ankara’da bir ilki gerçekleştirerek ilk özel tiyatroyu Meydan Sahnesi’ni dört arkadaşı ile birlikte kurma başarısını gösterdiler. Meydan Sahne Dergisi’ni çıkararak başarılarına ve Türk Edebiyatını yenilikler katmaya devam etmiştir.

Tiyatro eserlerine yenisini eklemeye devam ederek, Sevim Uzungören ile birlikte “Bir Piyes Yazalım” adlı tiyatro oyununu yazarak 1953 yılında Ankara’da sahnelenmesini sağladılar. Yazmış olduğu oyunlar ile adını duyurmaya devam eden ünlü yazar, her geçen gün oyunlarına yenisini eklemeye devam ederek dönemin en önemli yazarları arasındaki yerini almıştır. Tiyatro oyunu yazarlığından, roman yazarlığına geçişi 1973 yılında yayımlanan ilk romanı olan ‘Ölmeye Yatmak’ ile olmuştur. Bu kitabını, Fikrimin İnce Gülü, Bir Düğün Gecesi, Yazsonu, Üç Beş Kişi, Hayır, Ruh Üşümesi, Romantik Bir Viyana Yazı adlı eserleri kaleme almıştır. Bu eserlerinden asker ile arasının açılmasına ve askeri kuvvetler ile mahkemelik olmasına neden olan Fikrimin İnce Gülü adlı eseri çok tartışılmıştır. Adalet Ağaoğlu’’nun kaleme aldığı öyküler de, Sessizliğin İlk Sesi, Yüksek Gerilim, Hadi Gidelim ve Hayatı Savunma Biçimleri’dir. Adalet Ağaoğlu yayımlamış olduğu romanlarının yanı sıra hikâye, deneme, oyun ve anı tarzında da pek çok eseri kaleme alarak Türk Edebiyatında hatırı sayılır bir üne ve ödüle kavuşmuştur.

Bu ödüllerden de kısaca bahsedecek olursak, Sait Faik Hikâye Armağanı, Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülü, Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, Türkiye İş Bankası Edebiyat Ödülü, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Aydın Doğan Vakfı Roman Ödülü, Madaralı Roman Ödüllerini almaya hak kazanmıştır.

Kitapları
Bir Düğün Gecesi
Ruh Üşümesi
Üç Beş Kişi

Çağrı Mert Bakırcı

Çağrı Mert Bakırcı, ODTÜ mezunudur ve ABD'de Texas Tech Üniversitesi'nde Evrimsel Robotik ve Algoritmalar ile Biyolojiden Esinlenen Mühendislik üzerine doktora yapmaktadır. Eğitim hayatı boyunca akademik olarak robotik, yapay zekâ, evrimsel biyoloji, nörobiyoloji ve hayvan davranışları (etoloji) ile ilgilenmiştir.

2000 yılından beri bilimle ilgilenmektedir, 2004 yılından beri bilim yazarlığı yapmaktadır. 2008 yılında ODTÜ Makina ve İnovasyon Topluluğu'nu, 2010 yılında Evrim Ağacı'nı kurmuştur. Bakırcı, Evrim Ağacı ekibi ile Türkiye'nin dört bir yanında, liselerde ve üniversitelerde toplamda binlerce kişinin katılımıyla, halka açık eğitimler düzenlemiştir.

Bakırcı, Evrim Ağacı projesi dahilinde, evrimagaci. org sitesinde 400'den fazla popüler bilim makalesi yazmıştır. Evrim Ağacı'nın Facebook sayfasında on binlerce okuru bulunmaktadır. Evrim Ağacı'nın yürüttüğü çalışmalar, 2012 yılında akademik bir oluşum olan Avrupa Evrimsel Biyoloji Cemiyeti (ESEB) tarafından desteklenmeye layık görülmüştür.

Evrim Ağacı bünyesinde Bakırcı'nın geliştirdiği tüm projeler, Türkiye'de evrimsel biyolojinin bilimsel temellerinin halk tarafından kolayca anlaşılabilmesini ve konuyla ilgili süregelen yanlış anlaşılmaların düzeltilmesini hedeflemektedir.

Cahit Kayra

1917’de doğdu. Mülkiye’yi bitirdi. Devlet hizmetinde 30 yıl bürokrat olarak bulundu. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de başvurulan Varlık Vergisi uygulamasında en genç müfettiş olarak çalıştı. Politikaya girdi, milletvekili oldu. Emekliliğinden sonra araştırma ve öykü kitapları yazdı.

Cahit Sıtkı Tarancı

Cahit Sıtkı Tarancı, 4 Ekim 1910 tarihinde Osmanlı Devleti yönetimindeki Diyarbakır şehrinde dünyaya gelmiştir. Ziraatçi bir ailenin çocuklarından birisi olarak dikkatleri çeken Tarancı, ilköğretim hayatına ilk olarak Diyarbakır şehrinde başlamıştır ve burada ciddi anlamda başarılı olarak dikkatleri çekmiştir.

Sonrasında ortaöğretim hayatı için ailesi tarafından Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi’ne gönderilmiştir. Burada belli bir süre okuyan Tarancı, sonrasında ise Galatasaray Lisesi bünyesine geçerek eğitimini tamamlamıştır ve Fransızca’yı ana dili gibi konuşmaya başlamıştır. Kendisi o yaşlardan beri şiire son derece meraklı bir kişilik olarak dikkat çekmiştir.

İLK ŞİİRİ LİSE YILLARINDA YAYINLANDI

Galatasaray Lisesi bünyesinde okurken şiirler yazmaya başlayan Cahit Sıtkı Tarancı’nın ilk şiiri Galatasaray Lisesi’ne ait AKADEMİ DERGİSİ ve aynı zamanda SERVET-İ FÜNUN dergisinde yayınlandı. Hayatı boyunca kendisine arkadaşlık yapacak Ziya Osman ile birlikte de bu dönemde lise yıllarında tanışmıştır.

1931 yılı geldiğinde Mülkiye Mektebi’ne girdi. Yüksek Ticaret Okulu’nu da kazanarak eğitim hayatına başlayan Tarancı, o senelerde memurluk sınavını kazanarak Sümerbank memuru oldu ve eğitim hayatına nokta koyarak memuriyet yaşantısına başladı. Bu süre içerisinde de çeşitli denemeler yapan ve yazılar yayınlayan Tarancı, artık şiire iyice merak salmıştı.

CUMHURİYET GAZETESİ DÖNEMİ BAŞLAR

Sümerbank’ta ki görevinden ayrıldıktan sonra edebiyata çok daha yakın olabilmek adına yazılar yayınladığı Cumhuriyet gazetesi kadrosuna girmiştir. Cumhuriyet gazetesinin o dönemli sahipleri Nadir Nadi ve Doğan Nadi, Tarancı’da ki cevheri farkederek onu yükseköğrenim hayatını tamamlaması için Fransa’ya gönderirler.

Paris’te iken radyo spikerliği de yapan Tarancı, artık gerçek anlamda tanınan bir isimdir. 1933 yılında Ömrümde Sükut şiir kitabı’nı çıkarmıştır. Birçok farklı şiirini bu kitap içerisinde derleyen ve sevenlerine sunan Tarancı, şiirde etkilendiği akım ile de döneminin en önemli isimlerinden birisi oldu.

OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ İLE TANINDI

1946 yılı geldiğinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından düzenlenmiş olan şiir yarışmasında birincilik kazanarak tamamı ile tanınan şiir yazarlarından birisi olarak da dikkatleri çekmiştir. Cumhuriyet döneminin en iyi şairlerinden birisi olarak lanse edilmiştir.

Sanat, sanat içindir ilkesine bağlı olarak eserler çıkaran şairlerimizden birisidir. Şiirlerinde süslü bir dile önem veren ve güzel şekiller ile cümle kuran Tarancı, bu anlamda önemli bir akımın öncüsü olmuştur.

1953 YILINDA YENİ BİR ŞİİR KİTABI

1953 yılına kadar çok ciddi bir hazırlık içerisinde olan ve yazdığı şiirleri tek bir kitap içerisinde derleme amacı içerisinde olan Cahit Sıtkı Tarancı, Düşten Güzel şiir kitabını çıkararak o dönemin en çok konuşulan yazarlarından birisi olmuştur. Aynı zamanda sanat için sanat akımının da en iyi örneklerini süslü cümleler kurarak bu kitabında etkin bir şekilde gösterme yoluna gitmiştir.

1957 YILINDA İLK VE TEK MEKTUP ÖRNEĞİNİ YAZDI

Ciddi anlamda hayranı olduğu edebi kişiliklerden birisi olan Ziya Osman Saba için 1957 yılı geldiğinde Ziya’ya Mektuplar adında mektuplar içeren bir kitap yayınlamıştır. Kitap ölümünün ardından derlenmiştir. Kitap çok ciddi anlamda okunma rakamlarına erişmiştir ve döneminin en iyi mektup örneklerinden birisi çıkarmıştır.

Yine 1957 yılı içerisine Sonrası şiir kitabı yayınlandı. Bu kitap içerisinde ise önceki kitaplarında yer vermediği şiirleri ve çevirileri yayınlanarak unutulmaz birer esere dönüştürüldü.

1956 YILINDA HAYATA GÖZLERİNİ YUMDU

1953 yılında ani bir kriz geçirerek felç olan ve yatağa mahkum olan Cahit Sıtkı Tarancı, ülkemizde çeşitli şekillerde tedavi edildi. Daha sonrasında devlet desteği ile birlikte 1956 yılında Avusturya’nın Viyana şehrine gönderildi.

Viyana’da Zatülcenp hastalığına yakalandı ve 12 Ekim 1956 tarihinde Viyana’da hayata gözlerini yumdu. Ölümünün ardından Ankara’ya getirilen Tarancı,Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilmiştir ve naaşı hala buradadır.

CAHİT SITKI TARANCI EVİ

Ölümünün ardından edebi kişiliği ile daima hatırlanan, benimsenen ve devlet yetkilileri tarafından da unutulmayan Cahit Sıtkı Tarancı için 1973 yılında ailesinin Diyarbakır’da Cahit Sıtkı Tarancı Müze Evi şekline büründürüldü.

Eserleri
ŞİİR KİTAPLARI
Ömrümde Sükut (1933)
Otuz Beş Yaş (1946)
Düşten Güzel (1953)
Sonrası (1957)

MEKTUP
Ziya’ya Mektuplar (1957)

Abdülbaki Gölpınarlı

Abdülbaki Gölpınarlı,  Asıl adı Mustafa İzzet Bâkî olan edebiyat tarihçisi ve çevirmendir.

bdulbaki Gölpınarlı'nın cedleri Kafkas kökenli Vubh veya Ubıhlardır. Gazeteci olan babası Ahmed Agâh Efendi, Mevlevî idi. Gelenbevî İdâdîsinin son sınıfındayken babasını kaybetti. Tahsiline ara vererek çalışmaya başladı. İstanbul Vezneciler'de kitapçılıkla uğraştı. 

Çorum'un Alaca ilçesindeki Menbâ-i İrfân İptidâî Mektebinde öğretmenlik ve idarecilik yaptı. 1922'de İstanbul'a döndü, sınavla son sınıfına girdiği İstanbul Erkek Muallim Mektebi'ni, ardından da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü, Profesör Köprülüzâde Mehmet Fuat Bey'in nezaretinde hazırladığı Melâmilik ve Melâmiler adlı mezuniyet tezi ile bitirdi (1930). 

Edebiyat öğretmeni olarak Konya, Kayseri, Balıkesir, Kastamonu liseleriyle İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde çalıştı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Farsça okutmanlığı yaptı. Doktorasını verdikten sonra aynı fakültede Metinler Şerhi okuttu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde İslam-Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersleri verdi. 

1945'te Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesine aykırı davrandığı savıyla Tek Parti İdaresi tarafından tutuklandı; 10 ay hapis yattıktan sonra beraat etti ve yeniden görevine döndü. 1949'da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

Adını 1931'de yayımladığı Melâmilik ve Melâmiler adlı yapıtıyla duyuran Gölpınarlı, Türkiyat Mecmuası, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası'nın yanı sıra çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda bilimsel makale yayımladı. 

İslam Ansiklopedisi ile Türk Ansiklopedisi'nin çeşitli maddelerini yazdı. Divan edebiyatını eleştirel olmaktan ziyade ideolojik bir yaklaşımla değerlendirdiği Divan Edebiyatı Beyanındadır (1945) adlı kitabıyla büyük tartışmalara yol açtı.

Abdülbaki Gölpınarlı Araştırmaları 
Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri
Yunus Emre Divanı (1943-1948)
Fuzuli Divanı (1950)
Nedim Divanı (1951)
Mevlâna Celaleddin (1951)
Mevlânadan Sonra Mevlevilik (1953)
Rumeli'de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan (1957)
Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli (1963)
Alevi Bektaşi Nefesleri (1963)
100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar (1969)
100 Soruda Tasavvuf (1969)
Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (1966)
Hurufilik Metinleri Kataloğu (1973)
Hayyam ve Rubaileri (1973)
Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik (1979)
Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri (1978)
Kur'an-ı Kerîm ve Meali (1955)
Nehc'ul belağa

30 Mayıs 2017 Salı

Tarihe Adını Yazdıran 100 Büyük Romancı

Türkiye'nin ilk ve tek Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk,
"Suç ve Ceza"nın yazarı büyük romancı Dostoyevski,
İspanyol Edebiyatının şaheseri "Don Kişot"a hayat veren Cervantes,
Zamanının çok sonrasının romanlarını yazmış Ahmet Hamdi Tanpınar,
Çağdaş Amerikan Edebiyatının gündemden düşmeyen ismi Paul Auster,
Dünya edebiyatına "Beyaz Diş" ve "Demir Ökçe"yi kazandıran Jack London,
Eserleri onlarca dile çevrilen Yaşar Kemal,
Çağdaş Latin Amerika Edebiyatının en ünlü yazarı G.G. Marquez,
"Siddhartha" ile Doğu felsefesini Batı'ya tanıtan Herman Hesse,
Modernleşmeye geçişin sancılarını anlattığı romanlarıyla Halide Edip Adıvar,
"Sefiller" gibi bir başyapıtın yaratıcısı Victor Hugo,
Moby Dick'in peşindeki Herman Melville,
Dünya çapında bir kalem olan İhsan Oktay Anar,
Vampirlerin Efendisi Kont Drakula'nın yaratıcısı Bram Stoker,
Japon Edebiyatının Nobel ödüllü ustası Yasunari Kawabata,
Tarihsel gerçekçi romanların usta yazarı Kemal Tahir,
Rus klasiklerinin olmazsa olmazı "Savaş ve Barış"ın yazarı Tolstoy,
"Monte Cristo Kontu" efsanesinin yazarı Alexander Dumas,
Endüstri devriminin sancılarının usta romancısı Charles Dickens,

100 Büyük Romancı'nın hayat hikayeleri, başlarından geçen ilginç ve trajik olaylar, her dönem okunacak romanları hakkında birçok ilginç ve detaylı bilgiyi bulabileceğiniz bir başucu kitabı.

Peygamberimizin Hayatı - Salih Suruç

Günümüzde insanlığın asıl ızdırabı, kainatın efendisi Hz. Muhammed'i (a.s.m.) tam manası ile tanımamış, hakiki şahsiyetini bilememiş olmasından ve getirdiği, hayat bahşeden esaslara aşk ve şevk içinde kucak açmayışından gelmektedir.

Dünyanın manevi sarsıntısı da, sıkıntısı da, anarşi ve huzursuzluk içinde bocalayışı da bundan doğmaktadır. Onu anlamadıkça sevmedikçe ve hayat bahşeden prensiplerini kendisine rehber edinmedikçe de insanlığın bu sıkıntı, sarsıntı ve buhrandan kurtulması mümkün değildir.

İnsanlık onu anlamak zorundadır! Bu eserimiz, onun bir nebze olsun anlaşılmasına vesile olacaksa kendimizi bahtiyar addedeceğiz.

Mehmet Akif - Sezai Karakoç

"Ne tarihi ve milleti inkar demek olan batıya tapıcılık, ne ırkın taş devrine dönüş özlemindeki primitifliği ihya deliliği, ne durgun doğuculuk: İslam'ın yeniden dirilişi" diye özetlediği Mehmed Akif Ersoy hakkındaki teşhisler...

Geçen yüzyılın sonlarında, büyük Devletimizin altın topraklarını bölüşmek için, Batılıların bir araya getirdikleri birçok şart, tarihî - kültürel birikme ve sürtüşmelerle iyice yıpratmaktadır iç yapımızı. Tanzimat, kısa zamanda, dış etki ve eritilmemiş iç yabancı unsurların çalışmaları ve düşünce kurumlarımızın zayıflığıyla, ufak bir kaydırış ve yön değiştirişle, bir «iç ve köke dayanan yenilenme» olmaktan çıkmış ve «dışa dönüşme»ye, «benliği yitirme»ye ve «kültür ve medeniyet değişimi»ne yol vermiştir. Kalb, ciğer, mide ve barsakların dışarda, deri, el, tırnak ve ayakların içerde olması gibi garip bir iç-dış değişimine uğrar Türk toplumu.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Cahide Sonku

Güzeller güzeli Cahide Sonku (1911-1981), Yıldırım Önal (1931-1982), Tugay Toksöz (1937-1988), Hayri Caner (1936-1998), Mesut Engin ve Suphi Kaner (1933-1963) alkole yenik düşen sinemacıların öne çıkanlarıydı. Suphi Kaner'in bir dergide çıkan ilanı oldukça ilgi çekiciydi. İçiciliğe tövbe ediyordu: "Sayın seyircilerim, meslektaşlarım. 24.2.1961 tarihinden itibaren, on yıldan beri devamlı olarak içtiğim içkiyi, gerek sıhhatimin ve gerekse dostlarıma karşı davranışlarımın anormalleşmesi bakımından bıraktım... Bundan böyle her kim beni, içki içerken veya içkili görürse kendilerine, tarafımdan 1000 TL ödenecektir. Hürmetlerimle."

Ne var ki ünlü güldürü ustası, seyircilerine ve Türk sinemasına verdiği sözü tutmamış, ilan tarihinden sonra, üç yıl daha içerek yaşama veda etmişti. Elbette, alkole yenik düşenlerin dramatik sonlarını, yalnızca içiciliğe bağlamak nasıl bir gerçeği yansıtır, tartışmaya açıktır. Alkol bağımlılığını tetikleyen yalnızlık ve sevgisizlik de bu konudaki temel nedenlerden biridir sonuçta.

Rakı, şişede göründüğü gibi durmaz. Alkolün iç ve dış etkileri, içene göre değişir. Kimi Sadri Alışık gibi her kadehte sevecenleşir, kimi de Cüneyt Arkın gibi hırçınlaşır. Alkollü yaşam, bilinçaltındaki iyi ya da kötü huyların dışavurumudur son tahlilde.

Semih Evin

Yapımcı-yönetmen Semih Evin (1920-1987), Beyoğlu Balıkpazarı'ndaki tarihi Cumhuriyet Meyhanesi'ni mesken tutmuştu yıllarca. Kendine özel olarak ayrılmış bir masası vardı üst katta. İkinci adresi, evi gibiydi. Katıksız bir akşamcıydı. Ve rakısını ne güzel yudumlardı, tek başına sessizce. O hep yalnız ve yorgun gecelerin adamıydı.

Rakıcıların uzun soluklu sohbet mekânı meyhaneler olduğuna göre, hemen şu meyhaneli filmler gelir akla. 1958'de İhsan Noyan'ın Meyhane Köşeleri, 1958'de Lütfi Ö. Akad'ın Meyhanecinin Kızı, 1964'te Türker İnanoğlu'nun Meyhaneci ve 1968'de ise Nevzat Pesen'in Meyhanenin Gülü. Meyhanecinin Kızı'nı Sezen Sezin, Meyhanenin Gülü'nü de Türkan Şoray oynar. Bu tür meyhane sahnelerinin uzatmalı meyhanecisi de Faik Coşkun babadır (1914-1978) kır saçlarıyla.

Meyhane sahnelerinin gerçek dekorlarından biri de, Pangaltı'da Dolapdere'ye inen yokuşun başındaki ünlü Kulüp Meyhanesi'ydi 1960'lı yıllarda. Aşk acısı çekenlerin, mutluluğu rakı kadehlerinde arayanların, Sadri Alışık gibi Efkârlıyım Abiler (1966) diyenlerin, evlilik yıldönümlerini kutlayanların mekânı ve özellikle de bu tür film sahnelerinin platosuydu Kulüp Meyhanesi...

Rakıyı ve öteki alkollü içkileri konu alan popüler şarkıların da, ünlü sesler aracılığıyla, film sahnelerine sık sık yansıdığı görülür. İşte Pazar-Bir Ticaret Masalı (2010) adlı filmin bir sahnesinde Dario Moreno'yu dinleriz kült şarkısıyla:

Her akşam votka rakı ve şarap
Kurtar beni ya Rab... 

AGÂH ÖZGÜÇ

Yesevi törenleri

Yesevi törenleri Yesevi törenlerinde dinsel oyun vardır. Alevilikteki semah, Mevlevilikteki sema oyunlarının atası sayılan bu oyun da çok eskilere dayanır. Yesevilik, Eski Türklerin inançlarını İslam örtüsü ile bezeyip bozkır insanına sunar. Bu inançlar Anadolu'da Bektaşilik biçiminde kurumlaşır. Kopuzun yerini bağlama, şaman dualarının yerin deyişler alır; eski adı bengi olan dinsel oyunlar semaha dönüşür.

Böylesine bir evrimle yola çıkan Bektaşilik şarabı dinsel inancın sembolik bir birimi olarak kabul eder. Denetimli ve özdenetimli içkiye sevecen bakar. Sünni öğretinin katı kurallarını biçimsel bulur ve eleştirir. Bu konuda en güzel deyişlerden birini Bektaşi babası Edip Harabi (1853-1915) söyler:

Ey zahit, şaraba eyle ihtiram,
Müslüman ol, terk et kîl ü kali
Ehline helaldir na ehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali
Sevaba girmekçün içeriz şarap
İçmezsek oluruz duçar-ı azap
Aklın ermez senin bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemali

Yeşilçam


Yeşilçam Gazeteciler ile sinemacıların, renkli ve aykırı yaşamları nedeniyle, alkole, rakıya düşkünlük konusunda başı çektiği görülür. Rakının alkollü içkiler arasında çok özel bir yeri var kuşkusuz. Özellikle de hiçbir yabancı katkı içermeyen, yalnızca Türk patentli olması. Ayrıca "has Türk erkeği"ne özgü bir tanımlamayla aslan sütü, bu anlamda bir gerçeği yansıtır. Bir rakı kültürünü de...

Rakının Türk filmlerindeki sinemasal yansımasına girmeden önce, Yeşilçam'ın ünlü rakıcılarına bir göz atsak; alkole, yani rakıya yenik düşenler ile adam gibi içerek güzelleşenlere... Rakı içmek, rakılamak kültürel bir olgu aslında.

Mahmut Yesari

Yesari, Mahmut (1895-1945) Çulluk, Tipi Dindi gibi yapıtlarıyla dönemine tanıklık eden, çok okunan roman ve oyun yazarı; karikatürist. İyi akşamcıydı ve tüberkülozdu. Değişmekte olan bir toplumun yaşamından gerçekçi sahnelerin yer aldığı roman ve hikâyelerinde her iki konu da ayrıntılı işlenir. Yakacık Mektupları bir tüberküloz hastanesi röportaj öyküleri topluluğudur. Nâzım Hikmet'le evinde yatıya kalacak kadar iyi arkadaştı. O dönemde tanıdığı kendinden yirmi yaş genç yazar Cahit Uçuk'la evliliğini, Cahit'in teklifiyle yaptı. Bir gün Cahit Uçuk'ların evine yemeğe gitmişti, lezzetli yemekler yenildi, bir aralık Cahit Uçuk bir soru sordu: "Benimle evlenir misiniz Yesari Bey?" Bir ay sonra nikâh haberi yayımlandı.

Yazarlık ve gazetecilikle geçinen Yesari, gazetelerde tefrika edilen romanlarını defterlere yazardı. Ömer Rıza Doğrul bu defterlerde bir tek karalamanın olmadığını vurgular. Rifat Ilgaz, bir konuşmamızda gazete patronu Halil Lütfi Dördüncü ile yazar Mahmut Yesari'nin bir düellosunu anlatmıştı. Dördüncü, muhasebeye "Yesari çok içiyor, işi aksatabilir, romanının tamamını teslim etmeden para vermeyin" diye emir verir. Yesari yeni romanının ilk üç dört defterini getirince öğrenir durumu; defterleri bırakmaz, bir hafta sonra on-onbeş defteri bırakır, parasının ilk bölümünü alır. Diziciler üç defter sonra konunun değiştiğini görürler. Yesari eski defterleri bırakmıştır meğer. Acele yazarı bulurlar. O da onlara yeni defterleri gösterip güler, "yeni bölümleri verdikçe paramı hemen almalıyım."

SENNUR SEZER

* Cahit Uçuk Silsilename / Selim İleri "Unuttuğumuz Mahmut Yesarî", Zaman, 11 Nisan 2009

Afif Yesari

Yesari, Afif (1922-1989) Erken Cumhuriyet döneminin ünlü romancısı Mahmut Yesari'nin oğludur. Babasının desteğinden yoksun olarak hayata atılmış, ilkokuldan sonra okuyamamış, kendi kendisini yetiştirmiştir. Hikâye kitapları ve düşünce tiyatrosu adını verdiği özgün bir tiyatro uygulaması üzerine oyunları vardır. Ancak maişet motorunu çalıştırabilmek için "Muzaffer Ulukaya" takma adıyla 180 kadar sahte Mike Hammer romanı kaleme almış ve 1955-1960 arasında yayınlanan bu polisiye romanlar türün meraklılarının beğenisini kazanmıştır.

Hayat gailelerini unutmak amacıyla içenlerdendir. İçmeyi bir yaşam şartı olarak benimsemiştir. Mickey Spillane'in yarattığı ünlü detektif Mike Hammer gibi her fırsatta içmiştir. Yazdığı ilk sahte Mike Hammer romanlarında kahramanın içiciliği hep vurgulanmıştır. Yayımcısının zoruyla her hafta, üç gün içinde 96 sayfalık bir Mike Hammer romanının yazılması mecburiyeti ve bunun verdiği stresle baş ederken mide kanaması geçirmiş ve içkiyi bırakmak zorunda kalmıştır. Bu durumu hemen yazdığı kahramanına da aksettirmiş; yeni öykülerinde Mike Hammer de mide kanaması geçirip içemez hâle gelmiştir. Anılarında içemediği için kendisiyle alay eden dostlarına kızmaktan başka elinden bir şey gelmediğini; ama polisiye öykülerinde Mike Hammer'e içemediği için kendisiyle alay edenlerin ağzını burnunu kırdırttığını ve böylece alaycıları dövmüş kadar rahatladığını anlatır.

* Erol Üyepazarcı Korkmayınız Mister Sherlock Holmes, Cilt: 1

Yeniköy İskele Restaurant


Yeniköy İskele Restaurant Görkemli yalıları, kilise ve sinagogları ile Boğaziçi'nin hafızasının önemli timsallerinden biri olan Yeniköy'de, 61 yıldır hizmet veren meyhane. Adı üstünde, Yeniköy Vapur İskelesi'nden çıkar çıkmaz sizi buyur ediyor.

Hemen yanında da sonradan açılmış deniz motoru iskelesi bulunuyor. Müşterilerinin yüzüne, mezesine ve muhabbetine geldikleri meyhanenin şimdiki işletmecisi Levail Balkılıç, bu hikâyenin son 45 yılının tanığı.

Balkılıç barba geleneğini devam ettirmeye çalışan eski bir meyhaneci. Her gün mekânda bulunuyor ve mutfaktan müşteri ilişkilerine her alanla ilgileniyor. Yerli, yabancı birçok yazar, sanatçı ve siyasetçiyi de ağırlamış olan restoran, artık yarım porsiyon.

Anlaşmazlık nedeniyle, yıllardır oturdukları binanın yarısını terk ediyorlar. Lakin artık, boğaza tepeden bakan bir terasları var. Restorandan bir de önemli iddia: ''Rum usulü hazırlanan yaprak ciğer tüm Boğaz'a buradan yayılmıştır!"

TAN MORGÜL

Adil Düzen (Necmettin Erbakan)

Adil Düzen (Necmettin Erbakan’ın idealindeki meşhur ekonomik sistem): Siyaset dünyamızın içindeki partilerin savundukları bir ekonomi politikasının olması zorunlu bir durumdur. Ancak savunulan fikirlerin ülkenin içinde bulunduğu bütün sorunlara çözüm bulması beklenir. Peki, “Adil Düzen” böyle bir şey miydi?

Savunduğu “Adil Düzen” fikriyle Millî Görüş çizgisinin lideri Erbakan, tartışılmaz bir şekilde Türk siyasetine damgasını vuran kişilerden biri oldu. “Adil Ekonomik Görüş” onun üzerinde en çok durduğu konulardan biriydi. “Adil Düzen”, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılarak tarih sayfasına gömülen Refah Partisi (RP)’nin savunduğu ekonomik ve politik yaklaşımı ifade eden sistemin genel adıydı.

RP, bu görüşünü ilk kez 1991 Genel Seçimleri’nde gündeme getirdi. “Adil Düzen” düşüncesinde, bütün ekonomik faaliyetlerin özel kesim tarafından yürütülmesi esas alınıyordu. Devletin ekonomik faaliyetlerde bulunmadığı sistemde, devletin görevlerinden biri tekelleşmeyi önlemekti. Gerçek anlamda tekelden arındırılmış, özel teşebbüse dayalı bir düzen esas alınıyordu. RP lideri Erbakan’ın internet sitesinde konuya ilişkin detaylar şu şekilde sıralanıyordu:
“Adil Düzen”de istikrar var; vergi bellidir. Kur bellidir. Para ancak mal karşılığı piyasaya çıkar, faiz yoktur. Bu istikrarlı zeminde özel ve tüzel kişiler kaynakların en iyi şekilde kullanılmasında serbestçe aktif rol oynarlar.” 

“Adil Düzen”in ülkedeki bütün sorunların çözümü olarak sunulması yeteri kadar inandırıcı değildi. Ülke ekonomisinin geldiği nokta itibariyle, siyasi ve ekonomik çevreler bu düşünceyi yaşanan sorunlara çözüm getirebilecek olgunlukta görmüyorlardı.

“Adil Düzen” konusunda en önemli gelişme 1994’te yaşandı. Partisinin grup toplantısında konuşan Erbakan, Türkiye’de mutlaka “Adil Dü-zen”e geçileceğini savunarak unutulamayacak bir tehdit savurdu: “Şimdi soru şu? Bu geçiş kanlı mı olacak, kansız mı, acı mı olacak, tatlı mı, sert mi olacak, yumuşak mı?” Erbakan’ın bu sözleri, RP’nin siyasi yaşamını sona erdiren kilometre taşlarından biri oldu.

Ölü Deri

Bu orospu evladı Z.’nin yanından geçerken niye tükürdü şimdi? Durduk yere. Tam dibine, soluna. Belki de ayağına nişan almıştı. Neden öyle bir şey yapsın ki? Hayır canım, o kadar uzun boylu değildir, değildir herhalde. Koca kentin, giderek tüm memleketin en kalabalık caddesinde, varoluşu boyunca hep gözde olmuş bu kevaşe caddede, caddenin hıncahınç insanla dolu olduğu bir saatte, bu insanlık müsveddesi, anlaşılır şey değil, onlarca kişiyi es geçsin de dibine tükürmek için Z.’yi seçsin.

Z. onu kışkırtmış olamaz. Hiçbir şey yapmadı. Ne var ki, bir on adım önce görmüştü onu, karşıdan geliyor, Z.’ye bakıyordu. Z. başını eğdi, kaldırdı, hâlâ, yine eğdi. Sanki Z.’yi bellemiş, hedefe kilitlenmiş geliyordu, bir şey olacak, bir şey olacak, olmasın... Z.’nin sol bacağı, sol bacağı çekiliyordu. Yabancı biri, herhangi biri tarafından izlendiğini fark ettiğinde, gerekçe ne olursa olsun, öyle deme anlıyor da insan, nereye varacağını kestiremese de hangi bakışın ne olduğunu biliyor, bir sonuca bağlansın bağlanmasın üstünde gözler hissedince, kem ya da değil, doğru dürüst yürüyemiyor Z.. Spotlar altında yere çömelesi geliyor. Bir gün gelecek dayanamayıp bunu yapacak. Diz çökmek değil, dizleri kıvırıp çömelmek, sonra dertop olmak, o araba reklamındaki gibi – küçülünce güvende. Kalabalığın ortasında ya da karşı ağzından bir başkasını kusan ıssız bir ara sokakta. Geçene dek.

Artık ö getiren bir fotoğraf: Meydanda renkleri boz pardösülerle uyumlu güvercinler havalandı.

Bacağı çekiliyor, adımı savruluyordu. Herif onun solundan geçti, ayağının tam dibine tükürdü.

Sen omuz tokuşturmaya pike yapan apaçilerin heveslerini kursaklarında bırakmak için kıçını yırt, beş saniyecik bir zaman diliminde baştan aşağı süzüp seslerini duyabileceğin kadar yakına geldiklerinde ucu açık bir küfrü salıverenlere kulak asma, sana değildir, neden olsun, tehdit kol geziyor, pürdikkat olmalı, hep yol ver; düz bir çizgi izlemektense dingillerinde bir sorun varmış gibi, hep üstüne üstüne, çaprazlamasına yürüyenleri atlat, sonra da orospu evladının teki yanından geçerken lök diye tükürsün. Ne yapacaksın? Ne yapmalıydı? Z. ne yaptı? Hiç. Geçti artık Bor’un pazarı. Yürümeye devam etti. Herhalde öteki de. Çoktan uzaklaşmıştır. Hiç değilse durup bakmalıydı.

Evet, evet, durup bakmalıydı. “Ne?” dese, “Ne ne? Ebeninki” demeliydi, kısaca, pabucunun kenarını göstererek, duraksamadan. Kafasını çevirmeksizin geçip gitmek yerine “ebeninki” demeliydi, tabii ya, herif pişkin pişkin, “Ne?” diyebiliyorsa...

“Ananınki” değil, “ebeninki”, çünkü özellikle bunlar, katil adayları, gizil hırsızlar, “delikanlılar” anaya küfür konusunda aşırı duyarlılık gösteriyorlar, Z.’nin başına açacağı iş haddini aşabilirdi. Kimse ille de anasına küfredilsin istemez elbette ama küfür, bunlar için, analarının gerçekten düdüklendiği anlamını taşıyor. Her gün, aynada bunun kanıtını görüyorlar. Bilinmez, Z. gibilerinde de onların bu bitimsiz sıkıntılarına karşı bir anlayış uyanıyordur belki. Diplerine tükürüldüğünde bu yüzden gık çıkarmıyorlar; anası düdüklendi, doğal, bir de ben üstüne gitmeyeyim diyorlardır. Şakası bir yana...

Dünyanın en iyi adamı ifadesini takınarak boynuna sımsıkı sarılmış küçük kızını göğsünde taşıyan bir adam. Yanında: Her zaman elinde çiçek taşımadığını göstermek istermişçesine kasımpatısını parmaklarının ucunda bir fazlalık gibi tutan, dudaklarına da bir gülücük germiş, bitli bir gezmen, kafasındaki mevsim dışı şapkayla hâlâ Joplin’i seviyor. Çocuk anayla babayı görünüşte birbirine benzetiyor, orası kesin.

Geçmiyor. Ne yapmalı? Peşinden mi koşmalı? E hadi diyelim koştu, hatta yakaladı, ne diyecek? “Affedersiniz, siz az önce...” Boş versene, artık kınayı ancak kıçına sürebilir.

Herif Z.’nin dilsizliğinden iyice cesaret alıp yönünü değiştirmiş, arkasından geliyor olmasın sakın, bulaşacak belki, haplanmıştır, saat daha erken ama ne belli? Birdenbire koluna giriverip... Sabaha karşı, sabaha karşı olur mu düpedüz sabahın bir körüydü, gün ışımış, Z. uyudu uyuyacak, sokaktan yatağa koşturuyor, biri koluna girivermişti, Z. kurtulmak için ellerini ceplerden çıkarınca, soğuktu, uykusuzluk da var, o saatte nereden dönüyor, bunun önemi yok, dirseğine yapışmıştı adam. Z.’yi tanıdığını söylüyor, Z. kurtulmak istiyor, bırak, bırakmıyor, hatırlamadım, üsteliyor, ben seni hatırladım... “Gitmem gerek, annem hasta”, demişti Z.; “benimki de öyle” diye karşılık vermişti öteki. Z. kaçmıştı. Dirseğini kurtardı, arkasına bakmadı, duymadı.

Galiba bende suç, diye düşünüyor. Mıknatıs gibi. Oysa öyle hali tavrı, üstü başıyla belayı davet edenlerden değildir. Öylesinden olmamaya uzun zaman önceden beri özen gösteriyor. Peki ya ne öyleyse?

Ne ardından koşanı ne de üstüne eğileni görülen bir madeni para çiling’i. Belki de onu düşüren, boş verdi.

İzliyor mudur gerçekten? Hayır canım, o kadar da değil. Ola ki Z. yanılıyordur, o eciş bücüş, börekçi çırağı dudaklarıyla bir daha karşı karşıya gelirse, bu kez ondan önce davranıp, sırıtır mı, gerçekten bir şey yapmak gerekir, örneğin omuz üstünden arkaya, orospu evladının yoluna tükürmek gibilerinden bir şey... Uzlaştıklarını göstermek için. “İlk seferde hazırlıksız yakalandım, özür dilerim, oysa ben de meğer...”

İkinci kez bir şey yapmamayı kendine yediremez. Dönüp bakacak mı? İzliyor mudur? Hayır. Onun yitirecek şeyleri var. Hayır, peşinden gelmiyordur, abartmayalım.

Dönüp baksaydı ve hadi diyelim ötekini arkasında görseydi, her saatin gölgesinden daha yakın, cadde, tüm bu cadde sadece onların, ikisinin olurdu. Bir süreliğine sadece ikisinin. Yitirecek şeyleri olduğunu düşünmeseydi ve fırsatı değerlendirip o orospu evladına açık bir karşılık verseydi, sonunda da bütün kaportası değişesiye dayak yeseydi bile, hemen oracıkta ve temelli başka biri olurdu. Yazık.

Ya da... Bunca çelimsiz olmasına karşın, her şeye karşın, onu, varsın bir an için olsun, altına alamayacağını kimse kesin olarak öngöremez; Z.’nin sinirleri her zaman epey bozuktu, hiç olmazsa bu konuda işe yaramalı, üstelik bilendi, bileniyor, dişleri gıcırdıyor, gıcırdatıyor gece yatarken; herif parmak ucuyla Z.’nin göğsüne vuruyor, itekliyor, tahrik, itekledikçe Z. anında hazırola geri dönse de bir geri adım atmaktan kendini alamıyor, bir, iki, yapma, yapma... Okkalı bir küfür, uzatmadan, üçüncüye izin vermeden. Biri horozlanma sırasında Z.’nin bir arkadaşına “götü boklu” demişti, bu gülünç küfrün karşılığında arkadaşı “Senin ananı, avradını ...” deyivermiş, kavga öyle başlamıştı.

Altında. Nasıl düştüğünü görmedi, anlamadı ama Z. altına aldı orospu evladını. Önemli olan da bu ve ona vuruyor. Tamam işte, öncesi nasılı yok, elinin üstündeki deriler açıldı, patladı, çingene pembesi capcanlı dokular, doku yitimi, bu zevke değer, aşırı canlı deri, denge için nasır gerek insana, kupkuruluk, Z.’nin nasırını şimdiye dek iş değil korku ördü, neyse şimdi koruyor ya onu... Orospu evladı karşılık veremiyor, bunu düşlemek zor değil, çırpınıyor, çırpındıkça daha çok zevk veriyor, kurban bacaklarını savuruyor ama boşuna, derken Z. birilerinin kollarını tuttuğunu hissediyor, hayır, sağıyla suratına geçirdikçe geçiriyor, geçirebildiğince, arkadan çekiyorlar, çekiş güçleniyor, yeniden küfre başlıyor, ayıracaklar, ayırıyorlar onları, elinin acısından düşmanınınkini az buçuk kestiriyor ve leziz bir haz alıyor bundan, haliyle, bunun filmini bile yaptılar, öyle değil mi?.. Z.’yi kaldırdılar, kalktı, öteki de aynen, tutuyorlar, orospu evladı aranmakta, silah gerek kahpeye, tuğla, şişe, taş, sopa, bıçağı var, Z.’nin bir arkadaşı bıçaktan çok tırsar, kâbuslarında bıçaklar görürdü... Hırlıyor, kudurdu, Z.’yi tutan ahtapot daha sıkı sarılıyor gövdesine, küfre devam ama aslında sırtını verdiği yerden ayrılmaya niyeti artık yok, öteki sıyrılıyor... Yapacak. Z. de boş durmamalı, aranmalı. Ancak zar zor kavrayabileceği genişlikte bir beton parçası: Tehdit unsuru değil, zaman içermiyor dense yeri, eline aldıktan, avuçladıktan sonra çok kısa bir süren var, kaldırdın mı, kaldırabildin mi indireceksin, burnuna doğrultup bak vururum diyecek kadar zaman tanımıyor adama, elde taşınabilecek gibi değil, caydırıcı değil, erteleyici ya da engelleyici değil, kaçmayı ve kaçırmayı içermeyen ne varsa, onda.

Nasıl büyüdü iş? Herkes Z.’nin önünü kapıyor. Ötekinin cebinde bir şey...

Neden olmasın? Söylesene... Neden o orospu evladı bunu yapmasın? Neden yapmasınlar? Ya o? Z....

Bir sigara yakmalı, silahtır. Köpekler salgılanan kokuyu almıştır.

Gelmiyordur, tamam, gelmiyor, geçti...

Z.’nin yürüdüğü yönde kuşku tırmanıyor, gitgide daha geniş bir alana yayılıyor. Kendini güvende hissetmesi olanaksız artık.

Polisler. İçlerinden bir kadın güzel. Tuhaf.

Z. yaşamı boyunca böylesinden olsun olmasın bir sürü herifi dövdüğünü düşledi. Kavga davetiyesi çıktıktan hep daha sonra. Demek ki, düşlerini gerçekleştirebilecek bile olsa, fırsat kaçmışken. Hiç kavga başlatmadığı gibi çıkan davetiyelere de yanıt vermedi. Düşüncesinde yüz kavgadan alnının akıyla çıktı da gerçekte bir itişmecik yaşamadı. Ne fiske yedi, ne attı. Burnunu yanağına yapıştırdığı kişinin kalkıp gırtlağını kestiğini, yüzünü imzaladığını düşünmekten alamadı kendini. Düşleri hep iki uçlu oldu. Kavganın kapısında ona her zaman bir dehşet hançer salladı. Boğulma endişesi bu. Bilmediği bir deniz, bilmediği bir yüzme, kalakaldığı yerde ayaklarını donduruyor. Yıllar geçtikçe o dilek daha da uzaklaşıyor, tıpkı bir kötürümün koşmayla arasındaki uzaklığın gitgide açılmasında olduğu gibi.

Kavgayı hâlâ, ne yazık, bilmiyor. Kavga konusunda milli olamamış bir otuzbirci o. İş öyle bir hal almış ki, artık birinin kaçınılmaz tecavüzüne gereksinimi var. Kafası böyle işlerken bu da zor görünüyor. Önlemler, önlemler, herhalde doğrudan suratına tükürülmesi gerekiyor. Bazıları için anlatması bile ne kolay: “– Ne oldu? – Orospu çocuğunun teki yanımdan geçerken tam ayağımın dibine tükürdü, ister istemez ‘ebenin...’ dedim, döndü, döndüm ve gerisi...” Yitirecek şeylerinin olduğunu düşünmek, sanmak, kaçışın en emin yollarından. Saygın, sorumluca bir davranış dersin. Ya... Kazın ayağı öyle değil.

İnsan kalabalığı bir hava durumu gibi. Başını kaldırmana izin vermeyen bir yağış.

Bir kezinde yürürken, önü sıra iki sporcu ızbandudun kavgadan konuştuklarını anımsıyor: Dinlemiş, bakmıştı. İki ızbandut, bedenlerini değiştirmek adına, herhangi bir yüce ülkü uğruna ter dökenler, ter dökmeseler de emek harcayanlar ve bununla şişinenler kadar, okuyup edenlerin perhizinden çok daha sıkı bir perhizle, oruçla, disiplinle çalışmışlardı ve doğal olarak amaçlardan, sonuçlardan söz ediyorlardı aralarında, başarılardan, başarısızlıkların özürlerinden. Hepi topu aynı.

Acaba kimse gördü mü? Z.’nin ardından gelenlerden biri, birkaçı görmüş olabilir mi ayağına, tamam ıska geçerek tükürüldüğünü ve onun suspus kaldığını? Gören varsa, en iyi olasılıkla, orospu evladını eleştirmiş, derken önlerinde Z.’yi tın tın görünce, sözü döndürüp dolaştırıp onu yermeye başlamışlardır: Herif de ağzını açmadı, ne yapsın o da, ama bunlara artık... Bunlara artık ne? Z. suçlu çıktı, değil mi? Gelmiş arkasından konuşuyorlar, atıp tutuyorlar, ardından da... neyse... vitrinde bir şeye takıldılar.

Orospu evladının gittiği öteki yöndeyse, varsa görenler, öteki herife yüklenenler, izledikleri kaldırım dizisini değiştirip olayı Z.’nin yönündekilerden daha çabuk atlatmışlardır. Onlar için, aslında hiçbiri için bir şey değil tabii, kimseye giren çıkan bir şey yok.

El kol hareketleriyle anlaştıkları sırada iki dilsizin arasından geçti: Bir söyleşim ancak bu kadar net bölünebilir.

Kafasını orospu evladından alamıyor. Neden böyle bir şey oldu ki şimdi? Keşke yanında beklemediği bir şemsiye açılmış da şaşırmış, ürkmüş gibi bakıverseydi... Şaşırmış gibi... Yapmadı çünkü onun farkındaydı, şaşırmak, şaşırmış rolü oynamak için fazlasıyla farkındaydı. Olaydan önce, aşağı yukarı bir on adımdır...

Değer miydi? Ya buna değer mi?

Keşke tüm olası tanıkları yollarından çevirip anlatabilse... “Değmezdi çünkü... Sizce hatalı mı davrandım?” Neden onlara soruyorsa... Bu şekilde davranmanın doğru olduğunu biliyor. Pişmanlık nesi öyleyse? Kavga etseydi daha mı iyiydi? Geçmiyor. Düşündükçe daha hızlı soluyor, daha hızlı yürüyor. Düşündükçe içinde salyalarını akıtan bir meclis toplanıyor: alaycılar, önlemliler, küskünler, sivriakıllılar, saflar, ödlekler, dostlar, ezikler... Her biri kendince rendeliyor Z.’yi. Orospu evladı da orada, meclise karışmış, söz alıyor, sesi hep aynı tonda: Gür ve küçümseyici. Diğer tüm sesleri her seferinde bastırıyor olmaktan dört köşe, alay ediyor. Soru soruyorlar ve onlarla alay ediyor: “Dibine tükürdüm çünkü tipine gıcık oldum...”; Z. göz ucuyla bir camekânı kesiyor, nesi var ki? “İlgisi yok, geberiyorum hastalıktan”; bak, gördün mü, bir de adama durduk yere küfredecektin, diyor içeriden bir karı kılıklı. Z.’nin işe yaramaz kızgınlığı başkalaşmakta besbelli.

Bunlardan kaçış yok ama öp başına koy. Seni sürekli kavga halinde olmaktan, insan ilişkisinin bu türünden uzak tutuyor. Bu kadarına da katlanacaksın. Beklenmedik bir çıkış: “Ayağına tükürdüm çünkü gıkını çıkarmayacağından adım kadar emindim.” Bu acıttı. Yavaşlıyor, çöküyor. Sözümona doğruyu yapmak, sözümona mantıklı davranmak yitirme korkusundan başka bir şey değil. Neyi yitirecek? “Yapmıyorum” düşüncesini, inanışını. Onun yerine “Yapamıyorum çünkü ödüm bokuma karışıyor” tümcesini kabullenmek öyle kolay iş değil. Orospu evladı sırıtıyor. Onda korkudan eser yok. Oysa mecliste enikonu kalabalıklar. İçeride bir sürü farklı kafadan ses çıkıyor. Dışarıdaysa çıt yok. Suçlu o, kendisi. Evet, Z. de, hepsi de ondan korkuyor.

Cezayı kesiyor orospu evladı: “Doğurgan mecliste sonsuz yargı.” Bu hötöröf meclise, kafasında dönüp duran sözlere sadece ve sürekli kulak misafiri olmaya mahkûm.

Özgür olabilmek için kendini linç mi ettirmeli?

Bir öğürtü tırmanıyor. Mideden fışkıran kokulu bir ses değil bu, düğüm düğüm gırtlaktan doğup ağza kalın bir sis gibi oturacak, çürük yumurta kokusunun, uykusuzluğun dilin üstünde bıraktığından daha az leş olmayan, belli belirsiz bir tat. Tükürmek istiyor. O tat bir karış boğazdan bir tutam çeneye birikiyor da birikiyor. Çenesini, çenesine kramp girecekmiş gibi, tikliler gibi açıp kapıyor. ‘A’ ve ‘ı’ seslerini çıkarmaya elverişli bir çene jimnastiği. Hızlanıyor, kaçar adım, başı önünde, ağzını açıp kapıyor. Ağzının bir tulumba işlevi gördüğünü neden sonra anlıyor; çekiyor, dudaklarının arasından ‘u’ harfleri dökülüyor, uluyor.

Tamam, yeter, üzgünüm, diyor Z., değişeceğim ya da ne söylememi istiyorsan... Bir dahaki sefere söz. Yoruldum. Artık çok yoruldum. Kolay değil. Dile olsun kolay değil anasını satayım.

Ayakkabı boyacısı çocuklar dizilmiş sol kanada. Fırçalarıyla tamtamlarını çalmaya koyulmuşlar.

Hepsi hezeyan, başka bir şey değil, tüm olanlar, iyisi kötüsü, her biri hezeyan, insan tepeye çıkıp çıkıp aşağıya kayıyor, yoruldum, sıkıldım, dinleyen kim, o zaman tepeye çıkma olduğun yerden kay, olduğun yerden de aşağıya... Kim söylüyor bunu? Kendi denilen iblis mi? Bir daha, bir daha, öyle istemiyorum demek yok, sonuna dek, hezeyan hezeyan üstüne, tamam bir kez devir ama bir kez, büyük, kocaman, koskocaman bir karmaşa içinde ama bir daha, bir daha, kimi zaman neredeyse keyif alarak, yeminle, insanın doğasında var, ardından gene nefret ederek, dev bir ordunun tecavüzüne uğruyorsun sanki, pes etsen, bari desen, birini, ikisini böyle atlatsan, derken gene, bir kez daha, gerçeğe boyun eğmek, bir in, bir sığınak, düş kurmak, bir dal, geri kalan ömrünü bir inde geçirmeye ya da sürekli tek bir dala asılı kalmaya dayanabilir mi insan? Yapan aynı kişi olur mu? En başta ne istiyordu? Sadece sığışmak ve kurtulmak mı?

Bir herif var, sen de bilirsin belki, hep aynı kalıpla, “Şarap alacağım, tersoyum” kalıbıyla dilenir. Sözde harbi. Z. o herife para vermişti, çok oldu. Şimdi feci bir tiksinti uyandırdı kendisinde. Zamanla iyice kararmış, sevimliliğini yitirmiş.

Kesilecek elbet. Hepsi susacak, yarım, bilemedin bir saat sonra. Sonra ne olacak? Bir s.kim olacağı yok. Z. önce aklını orospu evladının anısından sıyırmaya çalışıp bir şeyler içebileceği bir yer bakınacak, bulacak. Anında tepesinde bitiveren garsona sipariş verecek: Kırmızı şarap. Şişe mi, kadeh mi? Şişe. Garson gülümseyecek, daha saat kaç?

Z. iki kadeh içip kenefe kalkacak, işeyecek, ayna karşısında bozulmamış üstünü başını düzeltecek. Yüzünü yüzüne yaklaştırınca, orospu evladının anısı geri gelecek. Gözlerinin önünde o iğrenç surat bir kez daha acınası bir hal alacak. Yeniden, evet yeniden, bu kez kuşku da yok, orospu evladını yerlerde süründürüp, o her zaman gülümsermiş izlenimini veren ifadesinin silindiğini, yerine kurtulmaktan başka bir şey istemeyen bir yenisinin geldiğini düşünecek. Düşünce bu kez orospu evladının lehine tersyüz olmayacak ama bir sona ermeden gevşemeye, dağılmaya başlayacak. Orada hemen dur deyip, bunları içtiği iki kadehe verecek ve plastik kutudan sabun sağarak terli ellerini yıkayacak. Aynaya döndüğünde, suyun soğukluğuna dudaklarını büzüştürerek karşılık verdiğinde, oysa iyi bir insana benziyorum, diyecek, aklımdan bunların geçmesi ne tuhaf.

* Zavallı - Orçun Türkay'ın kitabından alıntı yapılmıştır.

NÂZIM’IN BURSA’SI

Yaşamının 13 yıla yakını hapishanelerde geçen Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevinde 11 yıla yakın tutsak kalmış ve Memleketimden İnsan Manzaraları, Piraye İçin Yazılmış: Saat 21- 22 Şiirleri başta olmak üzere en beğenilen eserlerini Uludağ’ın yanı başındaki bu kentte kaleme almıştır.

Bursa’da yüzlerce mekânda yüzlerce tanıkla görüşülerek yapılan bu çalışmada görüldü ki Nâzım Hikmet, İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, ülkemizde tek parti yönetiminin iktidar olduğu dönemde, cezaevine değişik nedenlerden girmiş insanların düşünce dünyasını değiştirmiştir. O, Bursa Cezaevini bir enstitüye çevirmiş, insanlara yaşama bir başka pencereden bakmayı öğretmiştir.

Bursa’nın kaplıcalarında, hanlarında, sokaklarında, evlerinde, Nâzım Hikmet’in ve onu ziyarete gelenlerin ayak izlerini görmeniz mümkündür.

Bursa’da daha kaç evde Nâzım’ın izleri var bilinmez ama onun izlerini koruma ve kayıp eserlerini, dünyamıza kazandırmada yetkililere büyük görev düşmektedir...

Güney Özkılınç

* Yüzümde Nazım İzi Var kitabından..

Uğur Mumcu

Uğur Mumcu, ailesi Ankaralı olmasına karşın, 22 Ağustos 1942de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir'de doğdu. Babası Ankara'ya atanınca, Ulus'ta Devrim ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Bahçelievler'deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı, Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk Fakültesine girdi.

Uğur Mumcu, öğrencilik yıllarında "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağı"™ kavramış, etkin, coşkulu, çok okuyan, araştıran ve sorgulayan bir gençti. Onun öncülüğünde yapılan toplantılara zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor, "münazara'lardaki başarılarıyla dikkati çekiyordu. Daha 20 yaşındayken "Türk Sosyalizmi" başlıklı yazısıyla Yunus Nadi Makale Yarışmasını kazandı. Hukuk Fakültesini bitirince (1965), bir süre avukatlık yaptı. Sonra dil öğrenmek için ingiltere'ye gitti, dönüşünde Hukuk Fakültesinin idare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu.

12 Martın aydınlara yönelik baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı; askerliğini yapmak için hazırlanırken tutuklandı, sonrasında "Sakıncalı Piyade" sayıldı. Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı. Yön, Kim, Devrim, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Oıtam'dan sonra uzun süre Cumhuriyet'te yazdı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra yazılarının toplandığı 4O'ı aşkın kitabı yayımlandı.

Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye'nin yılmaz savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran ve sorgulayan gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 günü otomobiline konan bir bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.

"SAYIN BAŞBAKAN" MI, "TAYYIP BEY" MI?

Arkadaşlar, durumu ve bütün esprileri kesinlikle anladıklarını ifade edip, "Tamam biz akşam balık yemeye gidiyoruz, orada sıkılırsanız gelin" deyip, benimle olan dostluklarım tekrar gözden geçirmek için telefonu kapatıyorlar!

Evet efendim. NATO zirvesi için Topkapı Sarayı'nda verilen davette ben de vardım.

Şimdi, bu önemli toplantıyla ilgili anılarımı ve dünya barışına yaptığım katkıyı okuyacaksınız!

"Başbakan daveti" deyince, insan bir durup düşünüyor. Ne giymeli, nasıl oturmalı kalkmalı. Olur da Başbakanla, Cum-hurbaşkanı'yla tanışırsan nasıl hitap etmeli. "Sayın Başbakanım" fazla resmi, azıcık da yalaka mı ne? "Tayyip Bey" desen, o da Başbakan'a değil, apartman yöneticisine hitap eder gibi, hafif laubali. Bırak onu, George Bush gelip sohbet etmek isterse, terbiyesizleşmeden nasıl iki tane laf sokmalı? Hayır zevkle terbiyesizleşilir de, davetliyiz, o da bir yerde misafir, ayıptır.

Elbette bütün bunları düşünmek için çok geç, çünkü zarif

eşim, yılın en önemli davetine gideceğimizi bana aynı gecenin sabahında haber verdiği için, kıyafetti, saçtı baştı, fazla seçeneğim yok.

* Yolculuk Nereye Kardeşim kitabından.