8 Haziran 2017 Perşembe

Dağları Bekleyen Kız - Esat Mahmut Karakurt

                                           KİTAP ÖZETİ FORMU

KİTABIN ADI                 :  DAĞLARI BEKLEYEN KIZ
KİTABIN YAZARI          : Esat Mahmut KARAKURT
YAYINEVİ                      : ÖTÜKEN
BASIM YILI                    : 1989

KİTABIN ÖZETİ                         
Karaköse vilayetinin bir kasabası ve bir askeri hava alanı. Nöbetçi başçavuş, Binbaşı İhsan’a göreve giden uçakların geri döndüğünü haber eder. Yalnız on uçak olan filo dokuz uçakla geri döner. Yzb. Nuri,  Mülazım Celal Bey’in uçağının filodan ayrılıp intahar saldırısı yaptığını söylerler. Yzb. Nuri sözünü bitirmeden celal Beyin uçağı havada beliri verir. Mülazım Celal ağır yaralı olarak uçaktan çıkarılır ve gönül rahatlığı ile son sözlerini söyler.etrafına toplanan subaylar arasından mülazım ismail’e annesini ve kız kardeşini emanet edip,vefeat eder.
           
Defin işlemleri sırasında filo geriye kalan dokuz uçağıyla yeni bir görev alır. Zor bir uçuştan sonra filo tekrar döner; ama mülazım Servet göğsünden yaralanmıştır. Bnb. İhsan yanına Yzb.Nuri ve Mülazım Adnan’I yanına alarak Mülazım Servet’I ziyarete gider. Servet yerli halktan Mahmut Efendinin einde kalmaktadır ve evin kızı Nermine’ye aşıktır. Servet Adnn’a Nermine’den bahseder, isterse Mahmut Efendi’nin evinde kalabileceğini,ama Nermineye yaralıolduğunu söylememesini telkin eder.
           
Mülazım Adnan bir askerin rehberliğinde Nermine’nin evine gider. Nermine Adnan’ın söylediklerine inanamaz , Servet’in görev sırasında şehit düştüğünü zanneder.
           
Aradan üçhafta geçer Mülazım Servet iyileşir ve Nermine ile nişanlanır. İlerki günlerin birinde bir uçus sırasında servetin uçağı düşman makineli tüfekleri tarafından taranır , servet ağır yaralanır ve sonraki günlerde vefeat eder.
           
Ağrı dağı eteklerinde konuşlanmış olan eşkiya sinsilesini imha etmek için bir bombardıman planlanır ;ancak öncelikle bombardıman için gerekli istihbaratların toplanması gerekiyordur. Bu zor görev için en uygun kişi Mülayim Adnan seçilir. Bir sis bulutu arasında düz bir araziye iniş yapan uçaktan iner ve zor görevi için yola koyulur.
           
Birkaç saatlik bir yürüyüşten sonra Adnan bir eşkiyaya rastlar ve şeyhin nerede olduğunu bir derdinin anlatacağını söyler. Bir hindlik sezmiyen eşkiya Adnan’I doğruca eşkiyabaşının yanına götürür. Yolda  Adnan tanıdık bir yüze rastlar,evet o yüz yıllar önce öldüğünü zannettikleri Ahmet Ast.sb’a aittir. Ahmet yıllar önce esir edilmiş fakat bir türlü kaçamayı başaramammıştır. Bu süre zarfında düşman mühimmat ve silahların sayısın ezberlemiş ve çeşitli dokümanlar ele geçirmiştir. Adnan ve Ahmet bir plan yapı oradan kaçmak isterler. Ahmet mülazım Adnan’ın yanına gerekli evrak ve haritaları çaldıktan sonra ertesi gün gelecektir. Ancak bir kaç gün geçmesine rağmen Ahmet gelmez Adnan bu durumu tehlikeli görür ve kendisini almaya gelen uçağa binmek için yola koyulur.            Kendisini almaya gelen uçağı gören eşkiyalar Adnan’a seslenmeye başlarlar. Uçağa ateş etmek için mitralyözlerin başındaki eşkiyalar yardım isterler , bir an için Adnan şok olur ama sonradan farkına varır ki onu bir eşkiya sanmaktadırlar. Adnan beylik tabancasını çıkarır ve mitralyözün başında bulunan bir erkek eşkiyayı öldürür ;fakat mitralyözün başındaki diğer kadın eşkıyayı öldüremez.
           
Bir müddet sonra iki Türk subayı ve Şeyhin kızı olduğu sanılan bir kız farkında olmadan derin bir sohbete başlarlar. Adnan’a konuşlandıkları yerler ve silahları hakkında çok önemli bilgiler verir.
           
Ertesi sabay Adnan planladığı gibi düz araziye inen uçakla gideceğini şeyhinkızı zeynep’e bildirir. Zeynep onun gitmesini istemediğini o giderse yapamayacağını söyler. Ardından Zeynep’I aramaya gelen eşkiyalar Adnan’I görür ve Zeynep ardından Adnan’ın bir casus bir Türk subayı olduğunu haykırmaya başlar.
           
Şakiler Ahmet başçavuşu  karargahtan evrak çalarken yakaladıklarını ve öldürdüklerini açıklarlar. Şimdi Ahmet’in neden gelmediği açığa kavuşur. Türk uçakları günlük bombardımanlarına başlarlar. Bu arada şakiler can telaşına düşerler, bu fırsatı değerlendiren Zeynep, Adnan’ın ellerini çözer. Ardından kamptan kaçmayı başarır. Ahmet Başçavuş ve Zeynep’ten elde ettiği çok önemli bilgilerle komutanlar tarafından bir harekat planı hazırlanır. Şeyhin kampı yerle bir edilir ve bazı şakiler rehin alınır rehinler arasında Zeynep’te vardır. Yaralı olan Zeynep tedavi görmesi için hastahaneye kaldırılır. Zeynep bütün bu bilgilei vermesine rağmen bir haindir, üstelik Servet’in uçağını o düşürmüştür. Olup bitenleri hastahanede öğrenir ve çok üzülür.  Adnan’a Nermine ile konuşmak istediğini söyler. Nermine ertesi gün gelir ve Zeynep ona Servet’I kendisinin vurmadığını , onu yanlış değerlendirdiklerini söyler. Nermine ile beraber kucaklaşıp ağlarlar. Hain olarak görülsede verdiği harita ve bilgiler sayesinde kamp dağıtılmış ve artın yeni nişanlıların mutsuz olmasını engellemiştir.
           
Adnan ile Zeynep Erzurum’a gitmeye kara verirler ancak iki süngülü asker onlara yaklaşır ve zeynep’in tutuklanması için emir olduğunu söyler. Zeynep yargılanır ;fakat savcı idam isteminde bulunur. Yargıç ise verdiği bilgilerin yaraılığı , yzb. Adnan’I kurtarması ve pişmalığı nedeniyle beraatine kara verir.

KİTABIN KONUSU
Milli Mücadele içinde geçen yaşanması zor aşklar ve vatan sevgisi.

KİTABIN ANA FİKRİ 
Her ne olursa olsun önce vatanı sevnek, vatan için herhangi bir fedakarlıktan kaçınmamak gerekir.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ
Mülazım Adnan: konuşması ve tavırları ile met, cesur ve vazifaşinas bir Türk plotudur.
Şeyh Fuat: Devlete baş kaldıran bir asi olup Zeynep’in babasıdır.
Zeynep: Eşkiya başının kızı ve Adnan’a aşık bir genç kızdır.
Ahmet Astsubay: Bir vesile ile eşkiyaların olduğu bölgeye gelmiş ve bir daha geri çıkamamış, vatanperver bir türk evladıdır.
Mülazım Servet: İki kere yaralanan ve son yaralanmasında vefeat eden,Nermine’in nişanlısı olan bir Türk subayı.
Nermine: Mülazım Servet’in nişanlısı ve insani değerleriçok yüksek olan bir kadın.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Esat Mahmut’un 1930’lu yıllarda çıkarılan Ağrı isyanlarını konu edinmesi, aşk unsurunuda katarak , bu konuya okuyucunun ilgisini çekmesi gibi konularda oldukça başarılıdır. Ancak , kurgu hatası olması romanın kalitesini olumsu yönde etkilmekte okuyucunun romanını zevkle okumasını engellemektedir.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ

ESAT MAHMUT KARAKURT


Esat Mahmut Karakurt, birbiri ardına yazdığı aşk ve macera konulu romanlarıyla, yaşadığı dönemin en çok okunan yazarlarından biriydi. 1902 İstanbul doğumlu yazarın, iyi bir eğitim aldığını görüyoruz. 1924 yılında Diş Hekimliği Okulunu, 1930 yılında ise Hukuk Fakültesini bitiren yazar, gazetecilik, öğretmenlik, milletvekilliği ve senatörlük görevlerinde bulunduktan sonra, 1977 yılında bir beyin kanaması sonucunda aramızdan ayrıldı.

6 Haziran 2017 Salı

Banu Avar

Banu Avar, 18 Temmuz 1955 tarihinde Eskişehir'de doğmuştur. Babası Mehmet Bahattin Avar Kafkasya Dağıstan Avar'lı bir beden eğitimi öğretmeni, annesi Üsküplü tam bir göçmen kızıdır. Banu Avar, sıklıkla karıştırıldığı gibi babasının ilk eşi olan öğretmen Sıdıka Avar'ın kızı değildir. Çünkü babasının 1937 yılında Sıdıka hanımdan boşandıktan sonra yaptığı ikinci evlilikten Sayın Banu Avar dünyaya gelmiştir.

Gazetecilik hayatına Süreç dergisinde başlayan Banu Avar,1980'li yıllarda Günaydın, Dünya, Vatan gazetelerinde dizi yazılar yazdı ve muhabir olarak çalıştı.

Londra City Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. Bu arada Londra'da BBC Türkçe bölümünde radyoda çalışırken BBC televizyonu belgesel kurslarına katıldı. Ardından TRT Londra muhabirliğine getirildi.

TRT'de yayınlanan 32. Gün programının ilk yıllarında Londra muhabirliğini yaptı. Kıbrıs belgeseli, Demirkırat gibi belgesellerde yapımcı ve araştırmacı olarak görev aldı.

1985 yılından beri yapımcı ve yönetmen olarak çalışan Banu Avar, 1999'da TRT 1 ve TRT 2'de yapımcılığını, yönetmenliğini ve sunuculuğunu üstlendiği Mozaik, Kaleydeskop gibi programları yayınlandı.

I. Ceasar (Ben Sezar), Crimean War (Kırım Savaşı), The Great Game (Büyük Oyun) ve Troy (Truva) gibi BBC ve Discovery Channel belgesellerinin Türkiye prodüktörlüğünü yaptı.

1999 yılında Tv 8'in Belgesel Bölümünü kurarak, 2004 yılına kadar belgesel bölümünde yönetmen olarak birçok belgesel film yaptı. 2004 yılında Tv8 belgesel bölümü kapandıktan sonra görevinden ayrılarak, TRT 1'de "Sınırlar Arasında" isimli haber belgesel programın yapımcı ve yönetmenliğine başladı. Bu programda bugüne kadar Balkanlardan Kafkasya'ya Orta Asya'dan Ortadoğu ve Latin Amerika'ya Çin'den Avrupa'ya kadar birçok belgesel program yaptı. Ardından "Sınırlar Arasında" programı TRT 2'ye alındı ve "Büyük Ortadoğu Projesi" adlı bölümün kurgusu sırasında 2008 mayıs ayında tümüyle yayından kaldırıldı!

Daha sonra 2009 yılında Avrasya TV'de program yapmaya başladı. Programın ismini "Banu Avar'la Dünya Düzeni" olarak koydu.

Banu Avar, güldürü amaçlı haber yazan Zaytung.com'un yayınladığı bir haberi gerçek zannederek programda paylaşmasını gazetecilik hayatındaki en büyük hatası olarak kabul etmektedir.

Denizciler, Bir Zamanlar Kıbrıs'da, Artık BİZ DE varız!, Devlerin Savaş Alanı Afganistan, Türkiye Sevdalıları gibi belgesellerden OHRİ, GÜZEL OHRİ Makedonca'ya çevrilmiş ve Makedon Ulusal TV Kanalında bir çok kez gösterime girmiştir; Rıza oğlu Haydar Aliyev belgeseli ise Azerbaycan Devlet Kanalında defalarca gösterime girmiştir.

Yaptığı Belgesel film ve programlar :
1990 - Deniz
Mayıs 1999 - Ocak 2000 - Hayatım Müzik
2000 - Önemli Müzik Adamlarının Yaşam Öyküleri
2000 - Depremle Yaşamak
2000 - Unutulan Yıllar
2000 - 2001 - Denizciler Belgeseli
2001 - 2001 - Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Desteğiyle Türkiye'nin Denizcilik Tarihi
2002 - 2001 - Deniz Kuvvetleri, Deniz Ticareti ve Deniz Sporunun Tarihi ve Bugünü
2000 - 2001 - Türkiye Sevdalıları
2002 - Afganistan: Devlerin Savaş Alanı
2002 - Ohri Ohri Güzel Ohri
2002 - Artık Biz De Varız
2002 - Atletin Adı: Süreyya
2003 - Bir Zamanlar Kıbrıs'ta
2003 - Unutulan Yıllar
2004 - Kafkaslarda Politik Bir Satranç Ustası: Rıza Oğlu Haydar Aliyev
2004 - Sınırlar Arasında
2009 - Banu Avar'la Dünya Düzeni
Yazdığı Kitapları :
2008 - Sınırlar Arasında: Hüznün Toprağı Balkanlar'dan Geleceğin Gücü Avrasya'ya,
2008 - Hangi Avrupa?, 416s,
2009 - Avrasyalı Olmak, 392s,
2009 - Böl ve Yut, 304s, 2009,
2009 - Hangi Dünya Düzeni,
2011 - Kaçın! Demokrasi Geliyor!,
2011 - Demokrasi Projeleri,
2013 - Gün, O Gün'dür,
Aldığı Ödüller :
2005 - Türk Yazarlar Birliği, Yılın Televizyon Programcısı Ödülü.
2005 - TÜRKSAV Hizmet Ödülü
2006 - Çağdaş Gazeteciler Derneği Televizyon Haber Ödülü
2006–2007 - Akdeniz Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları Tarihi Araştırma Uygulama Merkezi "Atatürkçü düşünceye katkıda bulunanlar ödülü"
2006 - İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi "Yürekli Kadın Ödülü"
2007 - Yeditepe Üniversitesi Banu Avar'a fahri doktora unvanı

Kabadayılıktan mafyalığa geçiş öyküsü

Türkiye’de son yıllarda özellikle Deli Yürek, Kurtlar Vadisi ve son dönemde Ezel gibi dizilerde mafya babası, kabadayı gibi tiplemeler canlandırılıyor. Mafya babası, kabadayı ya da serseri diyebileceğimiz insanların her zaman ve her ülkede kendine göre bir şekil aldığını söyleyebiliriz. 

Geçmişte Osmanlı’da bu tip insanların oluşturduğu kesimler kendi içinde bir geleneğe sahipti. Osmanlı’da kabadayılık, külhanbeyliği ve kopukluk olarak adlandırılabilecek bu insanlar günümüzün mafya babası, çete reisi ya da serserisine yakın karşılıklara sahipti. Ama kesinlikle aynı değildi.

Modern hayatın ve kapitalist anlayışın dünyanın her yerinde hakimiyetini ilan etmesiyle birlikte geçmişin kabadayılığı ya da külhanbeyliği de şekil ve içerik değiştirdi. Artık bu insanlara kabadayı denmediği gibi Osmanlı’da kabadayı olarak isimlendirilen insanlar gibi de davranmıyorlardı.

Kurtlar Vadisi dizisinin ülkemizde yıllardır reyting rekorlarını kırması,  belki Ezel dizisindeki Ramiz Dayı karakterinde kendini bulan o kendine has duruşu bulunan kabadayıvari tipleminin insanımızda oldukça kabul görmesi geçmişin bu kavramlarını yeniden ele almamızı sağladı. Tabi bu kavramları bugüne yansıyan şekliyle ele almak gerektiğini söylemeye gerek yok.


Osmanlı toplumunda çok farklı ve zengin toplumsal sınıflar vardı. Tabi bunun sokağa yansımaları da oluyordu. Sokağın da tabiri caizse kendine göre sınıflara ayrılmış insanları vardı. Bunlara genel olarak serseri deniyordu. 

Serseri kelimesi Farsça kökenli bir kelime olmakla birlikte genel anlamda "belli bir işi ve yeri olmayan başıboş (kimse), kabadayı, hayta" gibi anlamlara geliyordu. Gelin külhanbeyi, kabadayı, kopuk, hayta gibi isimlerle adlandırılırdan bu serseriler grubunu daha yakından tanıyalım.

Eski İstanbul'da kopuklar ve kabadayılar

‘Kopuk olacak adam çocukluğundan bellli olur’ derdi eski İstanbul’lu... Çocuk terbiyesine ne dikkat edilir ne de önem verilirdi. Daha doğrusu; çocuk nasıl terbiye edilir, kötü alışkanlıklardan korunur, çocuğa nasıl davranılır kimse bilmezdi. Eski İstanbul’da çocuk sokağa adımını atar atmaz insanı şaşırtacak biçimde kötü, ne var ki anlamını bilmediği sözler ve davranış biçimleri öğrenirdi. Bazı insanlar bacak kadar çocuğun küfürbazlığına bayılır; kendileri de çocuğu severken küfreder, hatta bu küfürleri çocuğa tekrarlatıp kahkahayı patlatırlardı!..
İnsanlar ‘it kopuk’ diye nitelendirdiği çocuğu uyarmaya, onlara yaptıklarının çok ayıp olduğunu söylemeye çekinirdi, nedense...
Kopuk tayfası kendi deyimleriyle ‘kalk gidelim’e soyunurdu; ufak tefek hırsızlıklar, kumarhane uşaklığı, genelev hizmetkârlığı, hırsız ve karmanyolacı gözcülüğü, yankeseci yardakcılığı, esrar kahvehaneleri ateşciliği gibi aşağılık işlerde çekirdekten yetişirdi.
Kopuk, kabadayıdan daha tehlikeliydi. Kabadayılar vuruşacaksa, üç gün öncesinden haber salar ve kişi ona göre hazırlığını yapardı. Ama 17 yaşına değin sokaklarda yatan, ‘on yıl hapis yatar yirmi yedi yaşında kabadayı çıkarım’ diyen kopuklar, durup dururken, sustalıyla karın deşer, kancayla göz çıkarırdı!.. Yani hapis cezası bu kopukların gözünü korkutmazdı.
Külhanbeylikten bir kat yüksekte olan kabadayılık, eski İstanbul’da toplumsal yaraların biri olarak algılanırdı. Kabadayılar babayiğitler gibi mert, delikanlı adamlar değildi herşeyden önce.
Kabadayılar kendi aralarında, palavracı, fiyakacı, hacamatçı, raconcu gibi sınıflandırılırdı. Bu adamlar polisin hakaretinden, babayiğitlerin tokatından kurtulamazdı. Kimileri de zabıta kurşunuyla ölüme mahkum dolanırlardı orta yerde.
Şişman Lütfü, Sandalcı Rasim, Tırız Hasan, Arnavut Süleyman, Kabadayı Arif Bey, eski İstanbul’un dört bir köşesine nâm salmış kabadayılardı.
“Kasap Halil, eğri omuzlu bir herifti” diye anlatır Ahmet Rasim.
“Çopur, traş kafa, çipil gözlü. Terazinin tartılan eşya kefesi gibi, alabora olmuşa benzerdi”
“Pehlivan Aliço, saçı usturaya vurulmuş, çatık kaşlı, iri gözlü, uzun kirpikli, koç burunlu, enli omuzlu, dolgun yüzlü, palabıyıklı Herkül gibi bir adamdı. Gocuğuyla beraber Zaloğlu Rüstem’i andırırdı. Eski İstanbul sokakları bu salla kol kabadayının boyuna posuna dar gelmekte, Pehlivan Aliço, ferah ferah geçememekteydi evlerin arasından...”
Palavracı kabadayılar, fiyakacı kabadayılar, kıyak kabadayılar, hacamatcı kabadayılar ve raconcu kabadayıları da bir başka yazıda anlatırım ayrıntılarıyla...
Sonra da Babayiğitler, Sarhoşlar, Şıklar ve Zamparalar ile tamamlarız eski İstanbul sokaklarını mesken tutanları...

Aziz Üstel

Ankara Kabadayıları

Yağcıoğlu Fehmi Ağa gecenin karanlığında evine doğru giderken yol kenarında sızmış haldeki Kalburcu Hüseyin Ağa'yı farkeder. Yerde yatan hasmına doğru eğilince arkadaşı seslenir hemen;
-İşte tam zamanı,çek bıçağını bitir işini.
Fehmi Ağa ise;
-Ağalık,hasmına böyle kendinde değilken bıçak çekmek değildir diyerek onu sırtlar ve evine götürür.
Kalburcu'nun anası, kapıda oğlunu Fehmi Ağa'nın sırtında görünce oğlunu öldürdü sanarak feryadı koparır. Fehmi Ağa telaşlarının boşa olduğunu anlatır ve Kalburcu'yu anasına baygın bir şekilde teslim eder. Kalburcu sabah kendine gelmesiyle eve nasıl geldiğini öğrenir ve aracıların da yardımıyla o dönemin iki yiğidi barışır.

Ankara'nın ilk kabadayıları seğmen geleneğinden gelen bu kişiler olarak bilinir. Osmanlı'dan gelen seğmen, efe geleneği cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürer. Ardından 1940'lı yıllarda kabadayılık ortaya çıkar. İlk dönemlerinde kabadayılar genelde kahve işletenler veya küçük esnaflar arasından çıkmıştır. Her birinin uğraştığı bir işi vardır. Mahallenin bıçkın delikanlıları olan bu insanlarda mahallenin namusunu koruma, zayıfları kollama, muhtaça yardımcı olmak gibi olumlu özellikleri vardır ilk dönemlerde.

Ankara Kabadayıları kitabının yazarı Halil Soyuer şöyle tanımlar kabadayılığı;
“Kabadayılık olgusu, hiçbir dönemde ve hiçbir zaman, bulunduğu yöre insanlarına zorla hükmetmek, kendisine zorla çıkar sağlamak, şundan bundan haraç almak, vatandaşın ırzına namusuna göz dikmek eylemi değildir. Kabadayı insan, her zaman ve her ortamda özü sözü bir, kıçı başı oynamayan, haksıza arka çıkmayan, hakkın ve haklının yanında olan insandır.” Ama ne var ki kabadayıların bu olumlu özellikleri ilerleyen yıllarda hızla bozulacaktır.

Ankara'da mahalle olarak kabadayıların çıkış yerleri genellikle; Altındağ, Atıfbey, Kayabaşı, Çinçin, Yenidoğan, Aktaş ve Hacettepe'dir.
Özellikle “yiğidin harman olduğu mahalle” Hacettepe biraz daha ön plandadır her zaman için.

1940'lı yılların bazı önemli isimleri ise Kabadayı Mehmet, Sarı Veli, Kürt Cemali, Boşnak Muharrem, Karagöz Kemal sayılabilir. Her birinin mutlaka değişik hikayesi vardı elbet. Bu dönemin hızlı kabadayılarından olan ama aynı zamanda sıkı dost olan Kabadayı Mehmet ile Sarı Veli'nin arası bir gün bozulur. Sarı Veli, Kabadayı Mehmet'in hapse girerken kendisine emanet ettiği silahı kumarda kaybeder. Kabadayı Mehmet bunu öğrenir ve hapisten çıktığında Sarı Veli'yi öldürür. Bu cinayetle artık kabadayılık ortamı bozulmuştur. Bir süre sonra ise yine Kabadayı Mehmet ile Altındağ'ın ünlü kabadayısı Kürt Cemali ile arasında anlaşmazlık olur. Bu iki ismin de olduğu bir ortamda çıkan tartışma ve sonrasında çıkan kavgada elektriklerin de kesilmesiyle nerden geldiği yıllarca ortaya çıkarılamayan, kimin sıktığı bilinemeyen kurşunlarla Kürt Cemali öldürülür. Kürt Cemali'nin yakınları Kabadayı Mehmet'in tarafında bulunan Dündar Kılıç'ı suçlar. Dündar Kılıç yıllar süren baskılara dayanamayarak hapis yıllarından sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşmek zorunda kalır. Kabadayı Mehmet ise Ankara sokaklarında Kürt Cemali'nin akrabaları tarafından öldürülür.

Özellikle Altındağ insanı tarafından çok sevilen Kürt Cemali yıllarca unutulmaz. Adına ağıtlar yakılır ve Nuri Sesigüzel'in okuduğu bir plak bile yayınlanır.
Ankaralı Kürt Cemali'ye Ağıt
Kaderim böyleymiş, ağlama anam
Cemalin boyandı al kızıl kana
Dört tane yavrumu bıraktım sana
Layikmidir felek bu ölüm bana
Ben ölürsem bağlatmayın başımı
Arkadaşlar diksin mezar taşımı
Annem silsin gözlerimin yaşını
Dertli yazın mezarımın taşını
Söz-Müzik=Nail Bayşu

Haldun Taner'in yazdığı Keşanlı Ali Destanı'ının da kahramanı Kürt Cemali olduğu söylenir.Haldun Taner artık dönemin koşullarından mıdır bilinmez Kürt Cemali'dir demez olay kahramanına ama oyuna konu olan olayın Altındağ'da geçtiğini kabul eder.

Dündar Kılıç'ın bu döneme ilişkin şöyle bir demeci vardır;“Allahımı inkar edeyim,bizi öldüreni o zamanlar rahat Ankara'ya vali yaparlardı...Hem de alkış tutaraktan..”

1970'lerde itibaren artık kabadayılık ortamı bitmiştir ve babalar (!) dönemi başlamıştır. Ülkedeki şiddet ve yokluk ortamından faydalanmak isteyen bu babalar silah tüccarlığına ve kaçakçılığına başlar. Mahallelinin namusunu koruyan, garibanın elinden tutan zamanın bıçkın insanlarının bir kısmı artık haraç toplayan, uyuşturucu ve silah tüccarlığı yapan insanlar olmuştur. Bu şekilde bozulmayı gururuna yediremeyenler ise bir kenara çekilmiştir.

1980 darbesiyle silah tüccarlığı, kaçakçılık vs yapan babalar (!) devri de sona erer. Bundan sonra ise mafya çetelerinin dönemi başlamıştır artık.
“Son kabadayı” olarak nitelenen İskender Çolak ise bir roportajında kanunsuz, ahlak dışı işlerle uğraşan, haraç toplayan çoğu yeni yetme bu kişilerin kabadayı, delikanlı vs. olarak nitelendirilmesine isyan etmiştir.
Hatta televizyon dizilerinde bu tip insanların ön plana çıkarılmasına çok kızar;
“Delikanlı dediğin kendine güvenir. Öyle yanına 5-10 kişi al, silahlı gezdir, bunlar çok ayıp şeyler. Delikanlının asıl silahı iyiliktir. Silah, sadece onur ve haysiyet için çekilir.” der Son Kabadayı İskender Çolak.

Kaynaklar:
1-Soyuer,Halil-Ankara Kabadayıları
2-Uçak,H.İbrahim-Kebikeç,Yıl 2000 Sayı 9

Şık Manol

Şık Manol Tokat doğumlu bir kabadayı ve onu diğer kabadayılardan ayıran özelliği ise adam öldürmemiş tek kabadayıolmasıymış. Çıkan kavgalarda da, düellolarda da silah kullanmayan Şık Manol yumruklarını kullanırmış ve çok sağlam da kafa atarmış. Hakikaten de çok şık adammış.

Solak Ligor

Genç yaşlarında ailesi ve hısımları arasında çıkan silahlı çatışmada sağ kolundan yaralanıp sakat kalmıştır. Daha sonra Konya’da yaşayan Ligor, birlikte İstanbul’a göç etmiştir. baba mesleği olan terziliği sakat kolu nedeniyle yapamayınca serseriliğe başlamıştır.

Sağ kolunu kullanamadığı için sol kolunu çalıştıran Ligor, kısa sürede korkunç denecek hızda bıçak kullanmaya başlamış ve ilk denemesini de Balat’ta bir Yahudi üzerinde yapmıştır. Unkapanı’ndan Eyüp’e kadar tam dört yıl boyunca bölgenin tek kabadayısı olmuştur. Fakat bir hayat kadınıyla olan aşkı onun saltanatının sonu olmuştur.

Sevgilisi cazibesi ile Ligor’u bir kalpazan çetesinin içine sokar ve Solak Ligor, 1921 yılında piyasaya sahte İngiliz parası sokarken yabancı polis ajanları tarafından yakalanıp götürülür. O günden sonra da kimse kendisinden haber alınamamıştır.

Sarraf Niyazi

Aslen Mora'lı olan ''Sarraf Niyazi'',1.90 boyunda olmasına rağmen bir çocuk yüreğine sahipti.Gençliğinde Koska’da (Beyazıt ile Laleli arasındaki semt) sarraflık yapıp daha sonra iflas eden bu kabadayı, camiada Sarraf Niyazi olarak bilinmekteydi.

Polis müdürü Giritli Kemal Bey, Büyükada’nın asayişini sağlamak için eşkıyanın dilinden anlayacak birini aramış, sonunda Sarraf Niyazi’yi 1909’da adanın başkomiseri yapmıştı. Asla silah kullanmayan Niyazi, daima bileğinin gücüne güvenmiş, hasımlarını uzun kolları ile alt etmişti.

Bir gece sahil gazinolarının birinde Pandeli adındaki bir Rum kabadayısının olay çıkardığını duydu. Gönderdiği polis, Pandeli’den azar işitip eli boş döndü. Sarraf Niyazi bir solukta gazinoya girdi. “Karakol marakol tanımam” diyerek istifini bozmadan oturan Pandeli’nin önündeki masayı tekmeyle devirdi, ardından şaşkına dönmüş adamı bir çuval gibi havaya kaldırıp denize attı. Daha sonra kalabalığa seslendi: “Başka banyo yapmak isteyen biri var mı?”

Sarraf Niyazi’nin mütareke yıllarında etrafta heyecan yaratan bir başka icraatı da Yeniköy’de kendisine sataşan 10 Fransız askerini, teker teker denize atmasıydı. Fransız subayları da hayran kaldıkları babayiğiti kendi maslarına davet etmişlerdi.

Piç Ardaş

Piç Ardaş aslen Sivaslı olup, İstanbul’a geldiğinde Üsküdar’a göz koymuştur. Manavcı Ali’yi öldürdükten sonra amacına ulaşıp Üsküdar’ın tek hakimi olmuştur. Söylentiye göre Piç Ardaş’ın girdiği düellolar bir saatten kısa sürmezmiş.

Piç Ardaş’ın alameti ise sağ elinin baş ve işaret parmaklarının kesik olmasıymış.


Palabıyık Sarkis

‘Kabadayılık başka, mafya başka; kabadayılık beyefendiliktir’.

Korkuyu söylemek en büyük dürüstlük, en büyük cesaret. Hakkını savunmak için bıçak çeken ellerini, toprağını ya da bir gülü okşarken hayal etmek zor değil benim için. Ve o hep bir ve aynı insan. Soyadını kenara atmış biri. Kabadayı Sarkis. Ne mutlu ki yollarımız kesişmiş.

“Ben Talas’ta doğdum. Babam Karnik Talas’ta doğdu. Dedem Sımpat Talas’ta doğdu. Dedemin babası Serkis, o da Talas’ta doğdu. Yani bizim kökenimiz Kayseri’nin Talas’ı. Talas aynı zamanda da Kalust Gülbenkyan’ın oturduğu, üç tane konağının olduğu bir yer ve Talas’a eskiden ‘Küçük Mısır’ derlermiş. Kayseri’den daha ileriymiş burası, Kayseri’de bir düğün olacak olsa çeyiz dizmeye Talas’a gelirlermiş.”

Kabadayı Sarkis kendisine dair söze böyle başlıyor. Talas’tan. Memleketinden. Uğruna her şeyi göze aldığı toprağından. Kökünden. Özünden. Sert ifadesine, altın tesbihine, kocaman haçına, havalı gözlüklerine aldananlar kendi Sarkis hikâyelerini yazacaktır kafalarında. Ne mutlu bana ki, onu dinleyebiliyorum. O tarihini sırtlamış, kocaman yürekli bir adam. Yaşadığını anlatan, anlattığını yaşayan biri. Hepsi bu kadar.

3 ay İstanbul’da

Yılın üç ayını İstanbul’da geçirse de aklı fikri, Talas’ta. “Kışın buraya geliyorum işte, Mart ayında gidiyorum. 12. aya kadar ordayım. Talas’ta öyle çiçekler güller, onlarla uğraşıyorum.  Burada da 3 aydır sıkılıyorum. İş yok güç yok, ben iş yapmadan duramıyorum. Temizlik yaparım, çiçeklerle uğraşırım, bahçeyle uğraşırım ama burda bir meşgale yok. Ancak bol bol yürüyüş yapıyorum başka bir şey yok” diyor. Sonra gözlüklerinin ardından bile gözleri parıldayarak mutlaka görmem gerektiğini söylediği Talas’ı anlatıyor: “Bizim oturduğumuz yerde apartman yok, sayfiye. Aynı İstanbul’u düşün, nasıl Bebek’e gidiyor buranın kalburüstü insanları, Kayseri’nin de bütün zengin insanları oraya gelirler. 1000 metre olsa, oraya bir iki katlı ev yapamazsın ve hiç apartman yok, hep bahçeli evler tabii. Çok güzel havası var,  Kayseri de böyle ayağının altında gibi tepede, yayla. Temmuz’da Ağustos’ta o sıcakta püfür püfür eser. Sivrisinek falan hiç olmaz. Öyle güzel bir yer olmasa, Kalust Gülbenkyan gibi bir adam oraya üç tane konak yapar mıydı? Yıllarca yaşamışlar orada.”

Dedesinden vardırmayan yollara sürülen Anadolu Ermenilerinin hikâyelerini dinleyerek büyümüş. Bir gün içinde çoluk çocuk, kadın, yaşlı yurtlarından sürülen, hastalıktan, açlıktan, saldırı ve tecavüzlerden kırılarak mezarsız ölenleri. “Dedem askermiş Balkan Harbi’nde. 9 sene askerlik yapıyor, dizinden vuruluyor. İstanbul’da Alman Darülşafaka Hastanesi ‘nde yatıyor. O zaman bir kanun çıkarıyorlar ki asker ailelerine dokunulmayacak diye. Onun için bize dokunmuyorlar, öbür Ermenilerin hepsini sürüyorlar. O vesileyle babam orada doğuyor Talas’da, evleniyor, ben doğuyorum, o vesileyle orada kalıyoruz.”

Orada kalmak demek, korunaklı yaşayabilmek demek değil. Aksine Sarkis Teke’nin belleğinde hayat hep emek ve haksızlığa karşı mücadele kareleriyle dolu. Önce atadan yadigâr işini anlatıyor.  “Dedemi 14 yaşıma kadar tanıdım. Dedem 90 yaşında vefat etti. Çok büyük bir tüccar idi dedem. 500 tane 1000 tane koyun alır satardı. O zaman Kayseri’de bir elin beş parmağı kadar tüccar varsa bir tanesi dedemmiş. Köylere gittiği zaman davulla zurnayla karşılarlarmış ki, tüccar geldi malımızı alacak diye. Para yok, 500 lirayı bozacak köyde hiç kimse yok. 3 lira, 5 lira koyunun tanesi. Para o kadar kıymetli. Babam da tüccarlık yaptı o da koyun tüccarıydı. Ben de 1994’e kadar o işi yaptım. Sonra dışarıdan et ithal etme durumu olunca bu hayvancılık öldü, besicilik öldü. O zaman nakite döndük, o işi bir daha yapmadık 94’ten bu tarafa.”

Sonra sıra bu emeğe ve o topraklara ‘gavûr malı’ diye göz koyanlara geliyor. Ve mecbur kalıp giden Ermenilere… “Orada Amerikan Koleji vardı 67 senesine kadar. Amerikan kliniği vardı. 30 hane kadar Hay vardı, bunlar o kolejde ve klinikte çalışırlardı. Oralar kapanınca bunların ekmek tekneleri kapandı. Paraları da yok. Onlar bizim gibi bağımsız iş yapan birileri değil. Aylıkçı insanlar, duramadılar. Bir de rahatsız ettiler. Kızları büyüdü, oğlanlarına istedi Müslümanlar falan filan. Baktılar ki olacak gibi değil, oralar da kapanınca adamlar İstanbul’a geldi. İstanbul’dan da Avrupa’ya, Amerika’ya dağıldılar gittiler. O adamların mallarının çoğunu para vermeden zapt ettiler. Ben o zaman çocuğum babam anlatıyor bunları. Ben büyümüş olsaydım o haksızlıkları yapamazlardı.”

‘Şimdi rahatız’

Kendi zamanında yapılanlara karşı verdiği tepki, çocuk haliyle yapamadıklarına yanışını haklı çıkarır nitelikte. Ve bunlarla hava attığı da yok Kabadayı Sarkis’in. Yapılması gerekeni, kaçınılmaz olanı, doğru bildiğini yapıyor sadece. Bu sadelikte de anlatıyor her şeyi. “Ben 18 yaşındayken bizi zorluyorlar, buradan gidin, diyorlar. 50 bin metre kare Amerikan Koleji’nin arkasında arazimiz var. Oraları almak istiyorlar. Tabii ben 18 yaşına gelmişim, direnmeye başlayınca, karşı geldik. Biz direnmeseydik her şeyimiz gidecekti. Köle olacaktık onun bunun yanında. Orada iki kardeş önüme geçti, beni  dövmek istediler,  delik deşik ettim. Ondan sonra hapishane, çıktık tekrar adamları vurduk. Sonra o adamlar baktılar ki kendilerinin aleyhine çalışıyor iş, oraları terk ettiler. Çok acılar çektik. Şimdi artık rahatız, bize bir şey diyen yok.”

Biz dediği artık sadece kendisi. “Biz iki kardeşiz, kuyriğim var bir de ben varım. Tantiklerim, dayılarım var ama onlar hep Amerika’dalar. Yani Türkiye’de bizim başka bir akrabamız yok. Talas’ta hiç kimse yok bir Ermeni olarak, Hristiyan olarak ben varım. Bizim aileden de kimse kalmadı. Babam hayatta 90 yaşında, İstanbul’da  kuyriğimin yanında. Ayakta yani elden ayaktan düşmüş değil, beraber pazara gidiyorlar. Kuyriğim de ona, Allah ömrüne bereket versin çok iyi bakıyor. Mamama da baktı 80 yaşına kadar. Kuyriğim çok iyi bir Hristiyan ve kiliseye bağlı, Hisus’a aşık. O da benim gibi ben de Hisus’a aşığım. Dedem, yayam Talas’ta vefat etti. Kilisenin ilerisinde bizim mezarlığımız var ya, oradalar. Orada Ermeni mezarlığımız var. Mamam burada vefat etti, Balıklı’da.”

“Ben 18 yaşındayken bizi zorluyorlar, buradan gidin, diyorlar. 50 bin metre kare Amerikan Koleji’nin arkasında arazimiz var. Oraları almak istiyorlar. İki kardeş önüme geçti, beni  dövmek istediler, delik deşik ettim. Ondan sonra hapishane, çıktık tekrar adamları vurduk. Sonra o adamlar baktılar ki kendilerinin aleyhine çalışıyor iş, oraları terk ettiler. Şimdi artık rahatız, bize bir şey diyen yok.”

Gurbette yatmak

Mamanın hatrı çok büyük. Ertesi gün mezarına gidip dua edecek yine. “Rahmetlik mamacığım çok cesur kadın idi. Hapishanelere gele gide beli büküldü. Yiyecek getirirdi. Babam ta Sarıkamış’a yiyecek getiriyordu. Kayseri hapishanesinde yatarken iyiydi. Memleketimizin hapishanesi. Oradaki delikanlıların, kabadayıların hepsi beni tanıyorlar. Ama bir ara hapishane yandı, sağcılar solcular birbirine girdi. Canımızı kurtarmak için çok mücadele ettik. Öbür taraflara gittiğimizde gurbet hapishanelerinde zor geçti. Gurbette yatmak zor. Her hapishanenin bir memleket çocuğu var. Gardiyanlar onları kolluyor. Sen gurbetten gelmişsin, gardiyan seni kollamaz. Niye onu kollar? Onun dayısı var, kardeşi var, amcası var. Gardiyan korkar ona bir şey yapamaz. Birkaç sefer girip çıktım. Allah düşürmesin, o zamanlar yine hapishanelerde yatılıyordu, şimdi hiç yatılacak gibi değil, niye? Şimdi delikanlı kalmamış, insan kalmamış. Hırsız, kapkaçcı, dolandırıcı, tecavüzcü… Bunlarla nasıl hapis yatacaksın? Mert, delikanlı insan kalmamış ki…”

‘Kötü insan mıyım?’

Mertlik, dürüstlük hayatın özü onun için. En büyük sıkıntısı da kabadayılığın yanlış bilinmesi. “Kabadayı deyince halk, kötü insan zannediyor. Kabadayılık beyefendiliktir, centilmenliktir. Ne kötü? Mafya kötü. Ne kötü? Bitirimlik kötü. Ne kötü? Külhanbeyilik kötü. Kabadayı zalimin zulmün karşısında durur. Fakire, garibe, düşküne, kimsesize yardım eder. Kabadayılık budur. Ben kötü insan mıyım? Herkese elimden gelen insanlığı yaparım. Gelirler misafir ederim, gezdiririm,  yanlarında dururum. Kabadayılık başka. Mafya başka. Mafya demek pislik demek. Adam öldürüyor, fuhuş yaptırıyor, uyuşturucu satıyor. Bunlar kabadayılıkla uzaktan yakından alakalı işler değil. Temiz olacak icraatın. Mert olacaksın ki bir isim yapasın, kabadayı aleminde bir yerin olsun. 20’li yaşlardan beri iyi bilinen, iyi sevilen bir delikanlıyım. Hiçbir zaman yanlışlık yapmamışım kimseye ve hiç kimse de beni bozamamış. Bana sekiz kişi saldırdı çift ağızlı kamalarla tam öldürmek için, iki yara aldım, üçünü vurdum, beşi kaçtı gene öldüremediler beni.”  Eli boynundaki haça gidiyor. “Hisus Kristos aynı böyle boynumda, beni o korudu.”

Peki tarihleri boyunca siyasete, suya sabuna karışmadan yaşamaya yönlendirilmiş Ermenilerin bugünkü hali nice diyorum. Yalnızlığına denk geliyorum. “Benim kafama uyan insan çok az. İnsanlar hep telefonkolik olmuş. Bir dakika telefonsuz yok mu hayat ya? Bu bir. İkincisi kredi kartını çok kullanıyorlar sonra ödeyemiyorlar başları belaya giriyor, boşanmalar artıyor. Olur, işi de bozulur işi de düzelir. Hemen boşanmak mı lazım? Papaz bısak yaparken ne diyor? Körlükte, topallıkta, hastalıkta, sağlıkta birbirinizi taşıyacağınıza söz veriyor musunuz yemin ediyor musunuz diyor ediyorum diyorsun. Hani ne oluyor yeminler, sözler? Ben onun için bak bu yaşa kadar evlenmedim. Ben korkuyorum nikâhtan.”

Korkuyu söylemek en büyük dürüstlük, en büyük cesaret. Hakkını savunmak için bıçak çeken ellerini, toprağını ya da bir gülü okşarken hayal etmek zor değil benim için. Ve o hep bir ve aynı insan. Soyadını kenara atmış biri. Kabadayı Sarkis. Ne mutlu ki yollarımız kesişmiş.

‘Dört şey lazım: cesaret, dürüstlük, tedbir ve sabır’

“Ben dört şeyi bir araya getirerek bu seviyeye geldim. Bu dört şeyi bir araya getirmeyen kadın olsun erkek olsun hiçbir şeye sahip olamaz. Cesaret, dürüstlük, tedbir ve sabır. Sabır, çok önemli. Hemen zengin olayım, hemen şu olsun hemen bu olsun. Öyle bir şey yok. Bunlar filmlerde olur, bunlar senaryo. Gerçek hayatta böyle bir şey olmaz. Tedbirli olacaksın, dürüst olacaksın. Sürüleri aldık sattık, 500 bin tane koyun, kapıya 10 lira borcunuz var diye kimseyi getirmedik. Ne senet kullandık, ne çek kullandık. Söz! Biz ismi sözle yaptık, dürüstlükle yaptık. Yalnız vurmayla kırmayla, haksızlığa karşı gelmeyle olmaz. Kul hakkı yemek en kötü şey. Bana dünyanın en büyük hazinesini getir on sene sonra gel nasıl bıraktın, öyle alır gidersin. Bir kuruş eksilmez. Ben dedemden, babamdan böyle gördüm.  Cesaret yalnız bir şey ifade etmez. Ne cesaretli adamlar vardı, hepsini öldürdüler. Kimseye yanlışlık yapmayacaksın ama haksızlığın, zalimin, zulmün de karşısında duracaksın. Ölürsen de o da kaderin. Kaderin önünde kimse duramaz.”

Odesalı Kosti

Doğum yeri Yunanistan olan Kosti’nin lakabı ise ‘Odesalı’. Dönminde Tünel’den Taksim’e kadar bütün mekanların haracını yiyor ve gerisinde hiçbir ipucu bırakmadan yoluna devam ediyormuş. Başı sıkışınca da işgal polislerinden yardım alarakpaçayı sıyırıyormuş.

Odesalı’nın meşhur alameti ise; sağ kolunun iç kısmında eli kamalı bir kız resmi ve sol kolunda ise iki çiçek arasında bir haç ve bir de ‘M’ harfi bulunan dövmeleriymiş. ‘M’ harfinin anlamı ise metresi Mari’nin adıymış.

Kürt Cemal


Konyalı Osman

Kesik Nikola

Kavanoz Mehmed

Eyüp'lüdür, kavgalarda karşı taraftan gelen sandalyeleri ustalıkla kapıp karşı tarafa iade etmesi ile meşhurdur.

Karmanyolacı Yamalı Yorgi

Kadırgalı Kör Emin

Galata gümrüğünde görevliyken, görevinden alınmış ve kendini iyice bu hayata vermiştir. Beyoğlu muhitine nam salan Kadırgalı Kör Emin, zamanın meşhur hırsızlarından Panani’yi bir bıçak darbesi ile çolak etmiştir. Haddehaneli Arap Hulusi'yi arkadaşının yanında, içki masasında tokatlayarak ağlatmış ve yine bu kişi tarafından o gece başka bir mekânda tabanca ile vurulmuştur. Ölürken de kendisi vuranın ismini isteyen polise “sağ kalırsam tahkikatı ben yaparım” demiştir.

İpsiz Recep (Emice)

İpsiz Recep’in ‘İpsiz‘ lakabını almasına dair iki farklı hikaye vardır. Birincisine göre; cesareti, gözü pekliği ve ataklığı ile bu lakabını alır. Diğerine göre ise; Elinde avucunda ne varsa, olanı, olmayanı sağa sola verdiğinden ‘cep delik, cepken delik’ misali ‘İpsiz’ denmesidir.

Milli mücadele’deki başarısıyla Atatürk tarafından bile taktir edilmiştir. İpsiz Recep, yelkenlisiyle kömür taşımacılığı yapan bir ticaret adamı iken işlerinin bozulmasıyla eşkıyalığa başlamıştır. Kandıra civarında Müslüman halka zulmeden Rum çetelerine karşı Kuvayı Milliye saflarında başarıyla savaşmıştır. Bir Fransız gemisini kaçırdıktan sonra Ankara’da Hükümet tarafından milis yüzbaşı olarak onurlandırılmış, daha sonra da düzenli kuvvetlere katılarak Yunan ordusuna karşı savaşmıştır. Kendisine verilen istiklal madalyasını geri çevirerek ‘Ben madalya için değil milletim içim savaştım’ demiştir.

1928 yılında Yenimahalle’deki evinde ölmüştür.

Hiristo Anastadiyadis(Hrisantos)

Ağabeyi Koço ile tramvaylarda insanların çantalarını kapıp kaçarak ve zaman zaman da annesinin işlettiği umumhaneye gelenlerin paralarını çalarak genç yaşta suça bulaşan Hristanos, yaşı ilerledikçe karmanyolacılığa (Şehirin ıssız yerlerinde insanları ölümle korkutarak yapılan soygun) da başlayıp, dönemin ünlü haydutlarını da yanına alarak organize bir suç çetesikurdu.

İlk seri katil olarak anılan Hrisantos, karakola ‘hepinizin kanını içeceğim’ diye mektuplar yollarmış. Hatta kısa ömrü boyunca 13’ü polis olmak üzere 21 kişiyi öldürmüştür.

Hristanos, çocukluk arkadaşı Agaton Gargaraça’nın onu 2 bin liralık ödül için ihbar etmesiyle yakalanmıştır. Hristanos bu baskında tabanca vurularak öldürülmüştür. Gizli kalması gereken kimliği açığa çıkan ihbarcı Gargaraça ise Hristanos’un ağabeyi Koço tarafından bulmuş ve evi bombalamıştır.

Hrisantos sabıka kayıtlarına geçtiğinde 16, öldüğünde ise 23 yaşındaydı. Hayatı ve yaşadıkları ‘Üç Namus Bekçisi’ ve ‘İstanbul Kan Ağlarken’ isimli filmlere de ilham vermiştir.

Çerkez Arif

Trabzonlu Hasan Kaptan'ın oğludur. İyi nişancı olup, tokatının önünde kimse duramazdı. Fehim Paşa'nın başsilahşörü olmakla beraber, Çerkez Arif'in tam olarak ne işle meşgul olduğunu kimse bilmezdi. Küçüksu çayırında bir köşkte otururdu. Yine bir kabadayı olan Matlı Mustafa tarafından vurularak öldürülmüştür.

Tatavla'lı Çakır Talat

Tatavla’nın Feriköy’ünde oturan Çakır Talat, kendinden on yaş kadar büyük ve kendisinin gelişme çağında çok etkisi olan, eniştesi Kanlı Gözlü Suat’la beraber bir ikili oluşturmuşlardı. Her ikisi de Tulumbacılık yapıyordu. Tatavlalı Çakır Talat varlıklı sayılabilecek baba tarafından Çanakkaleli Türkmen, anne tarafından da Çerkez bir annenin, şımartılmış tek oğludur. İdadiye mezunudur. Ancak ele avuca sığmaz ve çok haylazdır. Bir kahvehane işletirdi. Orta boylu, sarışın, sert mavi bakışlı, oldukça da yakışıklı ve gençliğinde çok şık giyinirmiş. Eniştesi Kanlı Gözlü Suat ise çok iri yarı, patlak gözlü, görenleri ürküten bir görüntüye sahiptir ve su işlerinde çalışır. Her yangına beraber koşarlar ve hatta aralarında yangına ilk varan kim olacak rekabeti vardır.

İstanbul’un işgal yıllarıdır. Seferberlik yıllarında, "seferberlik orospusu" olarak bilinen ve Feriköy’ün namlı ve güzel kadınlarından biriyle Çakır Talat’ın ilişkisi olur. Ama ayrılırlar ve ailesi Talat’ı güzel bir Türkmen kızıyla evlendirir. Sevgilisi olan kadınsa, hamiledir. O’da evlenir ve bir oğlu olur. Tatavlalı Çakır Talat’ın da bir seneyi geçmez, eşinden, bir oğlu olur. Sevgilisinden olan çocuğun kendisinin olduğunu kabul edemez, zira kendinden olduğundan hiç emin değildir. Eşinden olan oğlunu, sirozdan 19 yaşında kaybeder. Feriköylü güzelden olan oğlu ise, gerçek babasını bilmeden büyüdükten sonra, bugünkü İstanbul Gayrettepe denilen semtinde, bilmeden büyüdüğü babası gibi bir kahvehane açtığı, Çakır Talat’ın da, sık, sık o kahveye giderek, kimliğini açıklamadan çay içerek oğlunu uzaktan izlediğini bilinir. Kim bilir, belki kendi yaşarken iki oğlunu da kaybetmenin üzüntüsüyle, dünya ya gelen kızlarına erkek isimleri vermesinin nedeni budur?

Çakır Talat Kürt İsyanları yıllarında, jandarma çavuşu olarak İsmet İnönü’nün Doğu görevi sırasında, mahiyetinde korumalarından biri olarak görev yapmıştır. Savaş yıllarından sonra, bugün Marmara Etap Oteli’nin olduğu yerde, bir börekçi salonu işletti.

Ayrıca, gençliğinde çok ta ilginç bir hikayesi vardır. 1919-1920 İstanbul'un mütakere yıllarıdır. Beyoğlu’nda işgalcilerden güç alarak iyice şımaran, Annesi ise Derviş Sokağı'nda (şimdiki Peremeci Sokak) oturan genelev işleticisi Andrenohin'in oğlu, Hrisantos lakaplı bi-seksüel külhanbeyi Hıristo Anastadiyadis Ahilya, acımasızca Türklere karşı giriştiği katliama varan kıyımlar yaptığı ve özellikle peşindeki polisleri katlettiği yıllardır.

Hrisantos’un 19 yaşına rağmen, polis kayıtlarında bilinen 17 cinayeti vardır. Bir türlü yakalanamamaktadır. Bilinen bir şey vardır, işgal kuvvetlerinin istihbarat subayı İngiliz Yüzbaşı Benett’le irtibatlı ve hatta korumasında olan bu Rum kabadayı, zaten Rumların çoğunlukta olduğu bölgede faaliyette olması nedeniyle, hiçbir Türk’ü de bölgesinde barındırmak istememektedir. İşgalcilerin istihbarat subayı Yüzbaşı Benett’in de himayesinde, Türkler üzerinde korkuya dayalı terör estirmektedir. Tatavlalı Çakır Talat, yaşıtı Hrisantos'a haber yollar ve vuruşmak için çağırır. Hrisantos bir türlü cesaret edip de, karşısına çıkamaz ve daha sonra Feriköy’de bir metruk evde, emniyetin sıkı takibi ve pusu kurmasıyla, vurularak öldürülür.

Rivayet o'dur ki, Hrisantos'un tek korktuğu Kabadayı, Tatavlalı Çakır Talat'tır.

Çakır Talat’ın eski bir İstanbul Kabadayısı olduğu aile içinde hiç bahsedilmez, hatta konunun fısıltı ile açılması bile, başları öne eğerdi.

Ancak 1977 yılında, 76 - 77 yaşında oğlunu son bir defa kahvehanesinde görmek üzere evden gizlice çıkar, yolda ayağı kayar ve bacağını kırar ve kırık bacağı ile, oğlunu göremeden evine geri döner. İyileşmeyen kırık bacağı yüzünden ölümünden sonra büyükler, Çakır Talat’ın geçmişi ile ilgili, az da olsa konuşulabilmiştir.

*Seferberlik Orospusu: Meslekten fahişe olmayan, ama seferberlik yıllarında ekonomik yoksunluklar yüzünden, hiç bir geçim imkanı olmayan kadınlar fahişelik yapan kadınlara verilen bir sıfattır. .
** Hrisantos, her ne kadar bazı kaynaklarda kabadayı olarak andırılmak istense de, sabıkası ve işlediği suçlar açısından bakılırsa; o bir kabadayı değil, her türlü suçtan dosyası kabarık, tam bir külhanbey’dir.

Not: Bu derleme Çakır Talat'ın torunu tarafından yapılmıştır..

Baltalı Hano

İlk kadın kabadayı, Hanzade, nam-ı diğer “Baltalı Hano”, 1800'lerin sonları. Osmanlı Dönemi'nin en ünlü kabadayılarından.

12 yaşındaki oğlunun bir gün ortadan kaybolmasıyla telaşlanan Hanzade, kayıp oğlunu aramak için yollara çıkmak isteyince, kendi de kabadayı olan sevgilisi tarafından vazgeçirilir. Sonraki denemesinde yine aynı şeyi yaşayan kadın, erkek kılığına girerek sevgilisini takip etmeye başlar.

Sevgilisinin gece naralar atıp haraç topladıktan sonra bir hamamda geceyi sonlandırdığını fark eder. İçeri girdiğinde, oğlunu bir ‘hamam oğlanı’ olarak görür. Hamamı yakmak için bulunan odunların yanındaki baltayı kapmasıyla sevgilisi dahil 21 kişiyi öldürür.

Oğlunu alıp kanlar içinde mahallesine döndüğünde ise 17 ay boyunca semttekilere kan kusturur. Bir müddet sonra haraç ve baltayla adam öldürmek suçlarından yargılanıp kurşuna dizilerek öldürülür.

Arap Reyhan Ağa

Reyhan Ağa bir gün, uzak mesafeden istedikleri noktaya bıçak atmalarıyla ünlü beş “Kefalonyalı” ile kavgaya tutuşur ve eline geçirdiği bir iskemleyle beşini de bir güzel pataklar!

İşin garip tarafı, mahalle arkadaşları Arap Reyhan Ağa ile iki ay dargın kalırlar bu hadiseden sonra… Sebep de şu: Reyhan Ağa’nın sillesi dört tane gâvura yetmez miymiş de iskemle kullanmış?!

Arap Hüsnü


Trablusgarp doğumlu Arap Hüsnü ‘Heyüla gibi, devasa ve gece rüyaya girse korkutacak bir tip’ diye anılır. Sağ kulağının kıkırdağı yoktur, sol gözünde ise perde vardır ve çenesinde de çukur.

Tophane semtini inim inim inleten bu insan azmanı için Ömer Ünal şunları söylüyordu: ‘İlk kez karşılaştığımızda Galata merkezinde karşılaştığımda kahvede içki satmaktan gelmişti. Meğer bu işlediği suçların en hafifiymiş. Trablusgarp’tan ne zaman ve nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. 

Bense henüz stajyer polistim. Onun hakkında bildiklerim, o tarihte benden eski olan meslektaşlarımdan duyduklarımdır. Onu tanıdığımda yaşı 45’ti. Yaşına rağmen Tophane civarındaki kendisinden çok genç olan külhanları sindirmişti bile. İsmini ilk duyurmaya başladığında Salı Pazarı’nda iki kişiyi Arap yapımı kaması ile öldürmüş fakat deliller yetersiz olduğu için paçayı kurtarmıştı. 

Polis onu yakalamak için fırsat kollasa bile Arap Hüsnü bir türlü açık vermiyordu. Cumhuriyetin ilanıyla Arap Hüsnü’nün de defteri dürüldü ve hükumetin 28 Mayıs tarihli kararıyla sınır dışı edildi.’

Arap Abdullah

Süleymaniye Sancağından olup aslen Kürt’tür ancak ona esmerliğinden dolayı Arap Abdullah denilmiştir. Kabadayılar arasında “Abu” diye anılan Arap Abdullah'ın Kamil adında bir de ağabeyi vardı. Babaları onları okumaları için İstanbul'a göndermiş Kamil okuyup Beyrut Gümrük Nazırı olmuş ancak Arap Abdullah kabadayı olup çıkmıştır.

Abdullah Palaz

Abdullah Palaz hayat hikayesini şöyle özetliyordu: '4 kez idam yedim, 740 yıl hapis kestiler. 48 yıl 38 ayrı cezaevinde hapis yattım. Ben Abdullah Dayıyım, baba değilim.'

'Antep Canavarı' olan meşhur lakabını 15 kişinin katili olarak Konya Cezaevi'ne girdiğinde aldı. Yeni gelen mahkumların sevilmediğini ve onlara bir göz dağı verilmesi gerektiğini düşünerek kendi gibi Antepli 7 yoldaşıyla bir plan kurup, gardiyanlardan temin ettikleri bıçaklarla bir gece diğer efelerin koğuşunu basıp öldürmeyecek darbelerle yaralayıp Konya'daki ilk vukuatına imza attı.

Ardından gelsin Afyon Cezaevi'ne sürgün.. Orada da aynı şekilde 'parmak hesabı' ile gözdağı vermek için koğuş bastılar ama bu defa bir fark vardı. Parmak hesabını biraz kaçırıp birinin ölümüne neden olmuşlardı. Bir gece zincirde tutulduktan sonra oradan da Bursa'ya sürgündeydi sıra.

1991 yılında Şartlı Salıverme Yasası'yla tahliye olan Abdullah Palaz dokuz ay sonra hayatını kaybettiğinde bildiği, ezberlediği tek şiir Nazım Hikmet'in şiiriydi.

Türkiye'nin gerçek kabadayıları kimler?

Eskiden her mahallenin bir kabadayısı vardı. Kimilerine göre Tophane saldırısının bir sebebi de mahallenin bu adabının bozulmasıydı. İşte yiğit kabadayıların yerini devletle kol kola girmiş mafya babalarına bırakmasının öyküsü…

Osmanlı’da, İstanbul’da dar sokaklara sıralanmış ahşap evler, yangın sırasında itfaiyenin önemini artırıyordu. Her mahallenin itfaiye görevini de yürüten kabadayılar, yani “tulumbacılar”, cesaretleri, güçleri ve çok hızlı koşmaları ile ünlüydü. Statüsünü cesaretine, bileğine ve silahına dayanarak kendi kazanırdı. Kariyeri için olur olmaz kavga çıkarmak yetmezdi, gereksiz yere zor kullanmak hoş karşılanmazdı. En önemli koşul namlı bir kabadayıyı mertçe bir kavgada yenmekti.

Racona uymayan düelloya Haklarını gözettikleri mahalle sakinleri ile iyi geçinirlerdi. Polisle başları sürekli dertteydi, ancak polisle ilişkileri her iki tarafın çıkarlarına uygundu. Kabadayı semtin içişlerini kendi usullerine göre yönetmekte serbestti, karşılığında ağır suçlarda polise yardım etmekle yükümlüydü. Cezaevi onlar için yeraltı hayatının kurallarını öğrendikleri bir okuldu, ne kadar yatarlarsa o kadar itibar görürlerdi. 

Çoğu iyi içer ama kontrolünü kaybetmezdi. Gece hayatında şehrin ünlü “yosma”larıyla takılırlardı. Aralarında bir anlaşmazlık olduğunda racon keserlerdi, yani kendilerinden yaşlı ve bilge bir kabadayı her ikisini de dinler, kimin haklı olduğuna karar verirdi, genelde karara kimse itiraz etmezdi, ancak eğer ederlerse tek seçenek vardı: Düello. Bir kabadayı için en kötü şey ise “madra” olması, yani itibarını kaybetmesiydi.

O devirlerde külhanbeyler makbul sayılmazdı, hatta kabadayılar birini küçültmek isterlerse “külhanbeyi” derlerdi. Sermet Muhtar Alus “30 Sene Evvel İstanbul” kitabında tulumbacıların kendilerine has kıyafetleri, argoları ve tavırları olduğunu yazıyor: “Sıfır kalıp, dar Beyoğlu, vişne çürüğü fes. Tepede ve yanlarda perçemler. Yakası büzme, omuzdan ilikli mintan. Kısa, dar ceket. Yenlerin içlerinde mor kadife. Yün kuşak. Bol pantolon. Yumurta ökçe ayakkabı yahut şıpıdık. Omuza asılmış saldırma veya belde kama. Ara sıra notasız bir sesle veyahut ıslıkla bir türkü ara nağmesi mırıldanmak. Sık sık, sol kolunu kıvırıp arkasından fıskiye gibi tükürüş. ”

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yönetimin sert uygulamalarından kabadayılar da etkilendiler ve 1940’lara dek sesleri çıkmadı. Ancak 50’lerde yine özellikle İstanbul’da adları duyulmaya başlandı. Eski Emniyet Müdürü Erdoğan Alıveren, 1950’lerdeki kabadayıları şöyle hatırlıyor: “Şişli’de meydana bakan bir apartmanın kapısında kahve ocağı işleten ‘apartman’ Mustafa, Kürt İdris, Kurtuluş’ta kahvehanesi olan Tatavlalı Niko, Kasımpaşalı Ahmet ve Vezneciler’de kahvehane işleten Arap Nasri gibi şahıslardı. Terlikçi Ahmet’in Meyhanesi de bu kabadayıların toplanıp içki içtiği yer idi.”

İstanbul’un ilk “baba”sı
“Türkiye’nin Mafyası” kitabında kentleşme ile birlikte bu “romantik kabadayılar”ın giderek yerini zor uygulayan, baskıcı kişilere bıraktığı belirtiliyor. Ateşli silahlar yeraltı dünyasını kaçınılmaz olarak değiştirdi ve kabadayı, “baba”ya dönüşmeye başladı. Ancak elbette bu geçiş hemen olmadı. “Babalar Senfonisi” kitabının yazarı gazeteci Engin Bilginer’in “İstanbul’un ilk babası” dediği Oflu Hasan, 50’li yılların en güçlü kabadayılarından idi. 1950’lerde Tophaneli Araplar ile Galatalı Lazlar arasında, çok ölü ve yaralıya mal olan çete savaşında racon kesmiş ve anlaşmazlığı bitirmişti. 1968’de ölen Oflu Hasan’ın cenaze töreninde 20’ye yakın Emniyet müdürü, 50 polis şefi, CHP’li Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner ve devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın oğlu Kaya Sunay’ın gönderdiği çelenk vardı. Kent şövalyeliği yerini ülke çapında yöneticilerle bağlantı içerisinde olan “baba” figürüne bırakıyordu.

Bilginer’in kitabında dönemin kabadayı ve mafya babalarına dair çarpıcı bilgiler yer alıyor. Örneğin Tophane baskınından sonra adı geçen, tüm ısrarlarımıza rağmen röportaj vermeyi kabul etmeyen Arap Nasri’nin 1968’de Maltepe’de büyük bir kumarhanesi vardır. Dönemin Emniyet Müdür Muavini İbrahim Vural kumarhaneyi trenden inen polislerle bastı ancak daha sonra görevden alındı. Arap Nasri uzun süre Tophane ve Kemeraltı’ndaki genelevleri haraca kesti, İstanbul’a gelen yabancı gemilere kumanya veren firmalardan da haraç alıyordu. Sonra kendisi kumanya satmaya başladı. Bir süre sonra ise Bilginer’in deyimiyle, “bütün pisliklerden elini tamamen çekmiş, ticaretle uğraşıyordu. O artık bir beyefendiydi!”

Hümanist kabadayı
Bir başka ünlü “kabadayı” Dündar Kılıç, en az 38 kere hapse girdi, çıktı, generallerle tutuklandığı da oldu, aynı generallerle yasadışı iş yaptığı da iddia edildi. Günlerce süren işkencelerden de geçti, Turgut Özal’ın karısı ve çocukları kendisinden yardım da istedi. Trabzon’da doğan, kabadayılığı hapiste Oflu’lardan öğrenen Kılıç, kısa sürede İstanbul’un yeraltı dünyasında önemli yer edindi. 

Eğlence dünyasının, Beyoğlu’nun huzur ve emniyetinin “garantisi” oldu. Toplam 21 yıl hapis yattı, cezaevinde “onlardan çok şey öğrendim” dediği Yaşar Kemal, Selahattin Eyüboğlu, Yılmaz Güney gibi isimlerle arkadaş oldu ve MİT tarafından “solcu baba” diye fişlendi. Ancak o solcu olmadığını söyler ve şöyle der: “Ben insan sevgisine dayalı hümanist felsefeyi benimserim.”

Bilginer’in tam 20 yıl öncesine dair şu yorumları kulağınıza tanıdık geliyor mu? “Kabadayıların ‘baba’ adını aldıkları, mafya düzeninin ülkemize belki de hiç ayrılmayacak şekilde yerleştiği, rüşvetin, uyuşturucunun, kaçakçılığın, hayalicinin kol saldığı, cinayetlerin satın alındığı, devlet görevlilerinin babaların silahlarını taşıdığı, sayılmamış para tomarlarının havada uçuştuğu, mahkemesiz, temyizsiz infazların yapıldığı bir dönem.”

İstanbul polisinin kâbusu Hrisantos
1900’lerin başında İstanbul’daki Rum azınlığa sahip çıkarak ünlenen Hrisantos, kabadayılar üzerine yazanlar tarafından bir asi, katil, cani olarak anlatılıyor. Kurnazlığı ve korkusuzluğuyla nam salan Hrisantos, kabadayılığın bütün özelliklerini taşıyor.

Hakkında geniş bilgi, dönemin gizli polis teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa’nın şefinin anılarında yer alıyor. 1898’de doğan Hrisantos, eğitimini bir barda alır, 16 yaşında haraç ödemek istemeyen bir dükkân sahibinin boğazını keser. Osmanlı polisi peşine düşer ancak nice vukuattan sonra bile yakalayamaz. “Onu yakalayıp öldüreceğim” diyen polis İsmail’in bürosunu basıp “bir kurşun yeterince uyarıcı olmalıdır” sözleriyle ayrılması ününe ün katar. Rum azınlığın kahramanı olan 
Hrisantos, öldürdüğü dördüncü polis Muharrem’den sonra Aynalıçeşme Polis Karakolu’nu basar ve içerideki polisleri silahsızlandırarak nezarete koyar.

Yakalanamayan Hrisantos, bir çatışmada yaralanır ve karısına değil, ilk aşkı Eftimya’ya gider ve orada ölür. Hrisantos’un ünlü oyuncu Selda Alkor’un dedesi Muharrem Alkor olduğu söyleniyor.

3 Haziran 2017 Cumartesi

Sadık Hidayet

Sadık Hidayet 17 Şubat 1903'te Tahran'da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğuydu. Ortaöğrenimini Tahran'da tamamladıktan sonra mühendislik okumak için Belçika'ya gitti. Ancak edebiyata ilgi duyduğundan öğrenimini yarıda bırakarak Paris'e geçti. Orada Fransız dili ve edebiyatını yakından inceleme fırsatı bulan Hidâyet, ilk öykülerini Paris'te yazdı.

Dört yıl sonra Tahran'a döndü. 1936'da Hindistan'a giderek Sâsânî Pehlevîsi ve Sanskritçe öğrendi. Budizmi inceledi ve Buda'nın bazı yazılarını Farsçaya çevirdi. İran'a dönükten sonra bir süre devlet memurluğu ve tercümanlık yaptıysa da bu görevlerinde uzun süre çalışamadı.

1950'de tekrar Paris'e giden ve zaman zaman bunalımlar geçiren Hidâyet, 9 Nisan 1951 günü, yine böyle bir bunalım sonrası, havagazıyla intihar etti. Sâdık Hidâyet, Seyyid Muhammed Ali Cemalzâde'den sonra, Bozorg Alevî ve Sâdık-ı Çûbek ile birlikte İran edebiyatında modern öykücülüğün kurucularındandır.

Başlıca Yapıtları:
Öykü: 
Zinde begûr (1930;
Diri Gömülen, Çev. Mehmet Kanar, YKY, 1995),
Se katre hân (1932;
Üç Damla Kan, Çev. M.K., YKY, 1999),
Siiyerûşen (1933;
Alacakaranlık, Çev. M.K., YKY, 2001),
Seg-i vilgerd (1942;
Aylak Köpek, Çev. M.K., YKY, 2000).

Roman:
Sâye-i Moğul (1931; Moğol Gölgesi),
Aleviye Hiinum (1933; Aleviye Hanım), Bûf-i kûr (1937; Kör Baykuş, Çev. Behçet Necatigil, Varlık Yayınları, 1977; YKY, 2001),
Haci Aga (1945; Hacı Aga, Çev. M.K., YKY, 1998).

Oyun: 
Pervîn Duhter-i Sâsân (1930; Sâsân Kızı Pervin),
Mâzyâr (1933).

İnceleme-Araştırma: 
Feviiyid-i giyâhhâri (1927;
Vejetaryenliğin Yararları, Çev. M.K., YKY, 1997),
İsfehân nısf-i cihan (1931; Isfahan: Yarım Cihan), T
erânehâ-yi Hayyiim (1934; Hayyam'ın Teraneleri, Çev. M.K., YKY, 1999),
Folklor yii ferheng-i tûde (Folklor ya da Halk Kültürü).

Mehmet Kanar

1 Ocak 1954 tarihinde Konya'da doğdu. Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları bölümünde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'nden emekli oldu.

Fars Dili ve Edebiyatı, Türk Dili, Kültürü ve Edebiyatı ile ilgili sözlük, çeviri, gramer, tenkidli metin, dil öğretimi, sadeleştirrne çalışmalarında bulundu,

YKY aracılığıyla Modem İran Edebiyatının Türkiye'de tanınmasında katkısı oldu. Sadık Hidayet'ten yaptığı Hayyarn'ın Teraneleri (YKY) adlı çevirisiyle bu dalda birincilik ödülünü aldı.

Öte yandan İran Cumhurbaşkanlığınca Fars Dili ve Edebiyatı araştırmaları alanında "üstün araştırmacı" ödülüne layık görüldü. Halen Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ile Tarih bölümlerinde ders vermektedir.

Özellikle Sâdık Hidâyet'ten yaptığı çevirilerle tanınan Kanar, ayrıca Fars dili ve edebiyatı üzerine ders kitapları, sözlükler (örn. Büyük Türkçe-Farsça Sözlük, 1993) ve derlemeler (örn. Modern İran ve Afgan Öyküleri Antolojisi, YKY, 1995; İran Masalları, YKY, 1996) hazırlamış, inceleme ve çeviriler yayımlamıştır.

Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan, 1956 yılında doğdu. Orta öğrenimini Işık Lisesi ve Robert Kolejinde tamamladı. Ardında Amerika'ya giderek Yale ve Columbia Üniversitelerinde tarih, felsefe ve Güney Amerika Siyasal Tarihi üzerine eğitim gördü.

Çalışma hayatına büyük şirketlerde genel müdürlükler yaparak başladı. Günün birinde emir kulu olmaktan sıkılarak kendi kendine hayatını idame ettirmenin yollarını aradı. Dünyanın birçok farklı bölgesini gezerek seyahat kitapları kaleme alma yolunu seçti.

Böylece çağdaş seyyah olarak da adlandırılabilecek Sevan Nişanyan, İngiliz ve Amerikan şirketler için seyahat kitapları kaleme almaya başladı. 1998 yılında Küçük Oteller Kitabı'nı ilk kez yayınladı. Bu kitapla Türkiye için yayınladığı seyahat kitapları serisi başlamış oldu.

Sonrasında Şirince köyüne yerleşerek, otelcilik ve inşaatçılık yapmaya başladı. Özellikle eski ev restorasyonunda uzmanlaştı. Halen seyahat kitapları yazmaya devam etmekte ve Şirince köyünde yaşamaktadır.

Halide Edib Adıvar

HALİDE EDİB ADIVAR, 1882’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar’daki Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1908’de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılarından ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması sırasında bir süre için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı.

Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ile siyasal görüş ayrılığına düştü. Ardından 1917’de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı.

1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandi tarafından Hindistan’a çağrıldı.

1939’da İstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi.

1954’te istifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.

Güney Dinç

Güney Dinç (1936, İzmir). Karşıyaka Lisesi 'nden sonra 1958 'de İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Öğrencilik yıllarının ürünleri olan şiir, öykü ve denemeleri, Şairler Yaprağı, Onüç, Galeri, Salkım, Varlık, Seçilmiş Hikayeler dergilerinde yayımlandı. 1964-1970 yılları arasında Türkiye İşçi Partisi'nin Karşıyaka İlçe Başkanlığı, İzmir İl Başkanlığı ve Genel Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. TİP'in Ege'deki örgütlenme ve seçim çalışmalarına katıldı. 1967 seçimlerinde İzmir İl Genel Meclisi Üyesi seçildi.

Güney Dinç, 1961 yılından beri İzmir'de serbest avukat olarak çalışmaktadır. Çağdaş Hukukçular Derneği'nin her yıl yinelenen "Hukuk Mücadelesi'nde Emek Ödülü", 1998 yılında Güney Dinç'e verildi. Aynı yıl İzmir Barosu Yönetim Kurulu, AİHM Yargıcı Prof. Dr. Feyyaz Gölcüklü ile Avukat Güney Dinç'in, insan hakları hukukunun gelişimine katkıları nedeniyle adli yılın açılışında özel olarak ödüllendirilmelerini kararlaştırdı.

Kitapları:
YÖK Çıkmazı, Bilim ve Sanat Yayınevi, 1986;
İnsan Haklarına Uzanmak, Say Yayınları, 1986;
Güvensizlik Üçgeni (1402'likler, Güvenlik Soruşturması, Fişleme), Say Yayınları, 1987;
Pençeli Adalet, Boyut Yayınevi, 1988;
Yedi Domuzlu Altın, Bilgi Yayınevi, 1990;
AİHS'ne Göre İnanç, Anlatım ve Örgütlenme Özgürlükleri, İzmir Barosu, 2005;
AİHS'ne Göre Adil Yargılanma Hakkı, İzmir Barosu, 2006;
Sorularla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye Barolar Birliği, 2006;
AİHS'ne Göre Malvarlığı Hakları, Türkiye Barolar Birliği, 2007;
AİHS'ne Göre Çevre ve İnsan, Türkiye Barolar Birliği, 2008;
Mehmet Nail Bey'in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı [1912 -1913], YKY, İstanbul, 2008.

Celal Üster

1947'de İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü.

Cumhuriyet Gazetesi Kültür Servisi'ni yönetti. Cumhuriyet Kitap'ın yayın yönetmenliğini üstlendi.

1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Odülü'ne değer görüldü.

Yaroslav Haşek'ten George Orwell'e, D.H. Lawrence'tan Iris Mjrdoch'a, Juan Rulfo'dan Jorge Luis Borges'e, Mario Vargas Llosa'dan John Berger'a Paulo Coelho'dan Roald Dahl'a pek çok yazarın yapıtlarını dilimize kazandırdı.